14 Ağustos 2023 Pazartesi

KaKaPo ve KKP

 


Kakapo (kākāpō) kuşu nesli tükenmek üzere olan özel bir cins gececil (noktürnal) papağandır. En önemli özelliği ise şişman olduğundan dolayı uçma yetisini kaybetmiş olmasıdır. Douglas Adams’ ın “Last Chance to See – Son bir kez gör” kitabında değinilen bu papağan türü uçmayı unutsa da; uçmayı unuttuğunu da unuttuğundan dolayı uçabileceğini sanmaktadır. Bu sebeple yetişkinliğe erdikten sonra ara sıra uçmayı denemekte, hiç değilse yavaşça süzülmeyi hedeflemekte ama feci şekilde yere çakılmaktadır. Bu öyle fena bir çakılmadır ki bazen türün bireyleri hayatını kaybetmekte veya ciddi yaralar almaktadır. Bu yaralar onun eş bulma ve çiftleşme şansını azaltmakta ve neslinin tükenmesine davetiye çıkarmaktadır. Hatta bu canlı, insanın sebep olduğu etkiler dışında belki de sırf bu pek bir anlam verilemeyen davranış yüzünden neslini kendi kendine tehlikeye atmıştır.

Kakaponun neslini korumak için 50 yıldır muazzam bir çaba gösterilse de bu turun tüm bireyleri toplam 250 civarındadır. Kakapolar nesillerini tüketmek için var olmuşlardır gibi bir çıkarım aklınıza gelmesin elbette. Hatta ilgi çekici bir örnek olarak; bu türün dişileri çiftleşme döneminde azgınlaştığında 30 kilometre uzaktaki erkekle çiftleşmek için yürüyebilir ve geri yuvasına dönebilir. Yine de bu azim ve kararlılık, güçlü bir kakapo popülasyonu kurmaya yeterli olmaz. Eğer toplam sayınız birkaç yüzü ancak buluyor ise hiç ummadığınız mesafeleri kat etmek, hiç uyuşmayacağınızı düşündüğünüz bireylerle bir araya gelmek zorunda kalabilirsiniz.

Peki kakapolar neden uçamayacaklarını bile bile kendilerini yüksekten bırakır? Kuşların teropod dinozor atalarından ayrışarak uçmayı nasıl öğrendikleri konusunda en önde gelen hipotezlerden biri, onların kendilerini belirli yüksekliklerden bırakmaları ve uçmayı denemeleridir fakat bunun için öncelikle vücut yapılarının uçuşa müsait hale gelmesi gerekir. İdeal bir kuşun kanat açıklığı geniş ve omuzları kanat çırpacak kadar güçlü, vücut ağırlığı düşük, aerodinamiği ise uçuşa uygun olmalıdır. Kakapolar en büyük ve ağır papağan türü olduklarından zamanla uçma yetilerini kaybetmeleri şaşırtıcı olmamalı. Uçma yetisinin kaybedilmesinin üzerinden belki de binlerce yıl ve yüzlerce nesil geçmiş olmasına rağmen muhtemelen hala vücuttaki değişim ile beyindeki nöronal kabloların (sinaps) yeniden bağlanması aynı hızda olmasa gerek, bu bakımdan tavuklar bir adım önde. Aslında kakapolar için inatçı da denebilir, veya kendini yüksekten bıraktığında sürekli düşse bile bir gün uçacağını düşünmekte ve motive olmaktadır da diyebiliriz. Veya içlerindeki uçma dürtüsü o kadar güçlü hale gelir ki henüz birkaç hafta önce kafa üstü yere çakıldığını hatırlamaz, veya bunu umursamaz. Biyofiziksel özelliklerinin ona koyduğu bariyerleri, çalışarak veya hiç olmazsa sayısız kez deneyerek aşabileceğini düşünür ve her seferinde mutlaka yere çakılır.

Kakapoların en ünlüsü şüphesiz Sirocco’ dur. Şu anda 26 yaşında olan erkek Sirocco, muhtemelen bu yazıyı okuyan herkesten daha çok sayıda insanla tanışmış ve sayısız kereler televizyon ekranlarına çıkmıştır. Her yıl onun yumurtadan çıkma günü (kuşlar doğmazlar, neredeyse tüm embriyonik gelişimlerini tek bir hücreden itibaren yumurta içerisinde tamamlarlar, dolayısıyla doğum günleri yoktur. Onun yerine yumurtadan çıkma günleri vardır) olan 23 Mart’ tan birkaç hafta önce bölgedeki adalardaki kuş koruma enstitülerinde bir kutlama töreni telaşı başlar. Sirocco’ nun şöhreti ona pahalıya patlamıştır, çünkü insanlarla aşırı derecede fazla zaman geçirdiğinden karşı cinse dair neredeyse hiçbir seksüel ilgi duymaz, bu sebeple onun üremesi için çaba gösterilmemesi uygun görülmüştür. O ekran yüzüdür, süperstardır ve bu onun kaderidir.

Fakat bu Yeni Zelanda kuşu bize göre dünyanın tam öteki ucunda. Fakat ister inanın ister inanmayın bizde kakaponun bir karşılığı var. Bizim kakapo da ağaç veya kayaların tepesine tırmanıp yere çakıldıkça dökülen tüylerini temizleyip yoluna devam ediyor. Sorunun kendi doğasında değil de etrafında, arkadaşlarında, ekosistemde olduğunu zannediyor, ne gariptir ki isimleri de benzer. Bizdeki kakaponun adı Kemal Kılıçdaroğlu’dur, KK der bazıları. 16 seçimdir her seferinde kendini yüksekten bırakır ve son sürat çakılır, ama her seferinde bunu başarı olarak görür.

KKP ise, aynı zamanda Kemal Kılıçdaroğlu Partisi anlamına gelir. Eskiden adı CHP olan, sonrasında Y-CHP diye ünlenen parti artık Atatürk’ün değil, Kılıçdaroğlu’nun partisidir. Özü ve kökeni silinmiş, kadroları dağıtılmış ve ideolojisi yok edilmiştir. KK her seçim yeniden uçmaya çalışıyor, fakat insanlar ne kadar denerlerse denesinler uçamazlar. İnanırsak uçarız gibi bir söylem ile yol alınamaz, söz konusu insan ise. Kanat taksanız da uçamazsınız, 15 yıl boyunca bir ağaç kovuğunda aralıksız meditasyon yapsanız da. İnsan uçamaz, KKP hele hiç uçamaz.

Fakat fikirler uçabilir. Tüm Atatürkçüleri koluna, Atatürkçülüğü ise kafaya takıp yola çıkan bir topluluk uçabilir, hem de ne muhteşem bir uçuş! Fetöcü, radikal solcu, PKK sempatizanı ve Amerikancılara hiç ödün vermemiş ve vermemeye yemin etmiş bir ekip mutlaka uçar. Bir sonraki sefer hangi kayaya tırmanacağı ve nasıl çakılacağı belli olmayan ama çakılacağı kesin olan kakapolar olmaksızın yolumuza devam edersek düşüncelerimizi uçurabiliriz.

Her fikrin bir lideri olur, peki bu kol kola girmiş cesur insanların lideri kim olacak? Uçamayan KKP’nin başına kim veya kimler gelmeli? İllerin belediye başkanları mı dersiniz? Hiç sanmam. Belki de KKP’nin başına birileri değil de yerine başkaları gelmeli. Kakapolaşmış kişiler veya partilerle yürümek pek akıllıca olmasa gerek.

Atatürkçülerin kurduğu bu bağımsız hareket okyanusun ortasında başlayan küçük bir dalga gibi olmalı, ilerledikçe büyüyen ve büyüdükçe güçlenen bir dalga. İnsanların birkaç nesildir zihninde biriktirdiği tüm kötü duyguları temizlerken geleceğe umutla bakabilmeyi sağlamalı bu dalga. Bu dalga, hayatın gerçeklerini tam gövdesinden yakalamalı ve problemleri bulup yok eden bir makinaya dönüşmeli. Bu şekilde olursa o dalga büyür ve tsunami olur.

Kaygılanmasın kimse, sıfırdan ve yepyeni bir başlangıç için her zaman yeterince zaman vardır. Ulu önder Atatürk’ün dediği gibi; umutsuz durumlar yoktur, umutsuz insanlar vardır. Umudunuzu asla yitirmeyin. 1919 Mayıs’ında bile onu yılmaz bir kararlılıkla Bandırma’ya bindiren, Havza yolunda arabası bozulduğunda “dağ başını duman almış” marşını söylettiren inanç ve kararlılık size ışık olsun. Ben Atatürk’ümüzün Anafartalar kahramanı olduğu yaştayım ve şimdi hangi adımı atacaksak o adımın tam zamanı olduğunu düşünmekteyim. Herkes en iyi bildiği işi yapacak, emeklerimiz birleşecek ve bu birliktelik bizi hedeflerimize taşıyacak.

Önümüzde hangi seçim olduğu ve adayların kimler olacağına bakmadan kendi literatürümüzü oluşturmamız lazım. Bizim hiçbir ekran yüzüne ihtiyacımız yok. Bizi süperstarlar da kurtarmayacak. Atatürk gibi bir lider bir daha gelmeyeceğine göre bizi ancak kendimiz kurtaracağız. Ne şanslıyız ki 1919 şartlarına kıyasla çok daha iyiyiz, hatta Atatürk halimizi görseydi bize basbayağı kızardı ve “Haydi, daha ne bekliyorsunuz!” derdi.

Uzun lafın kısası, bizim gibi düşünen insanlar bir araya gelecek ve verimli tartışmalar yapacak. Düşünerek ve konuşarak doğruları bulacağız. Doğrular ilkeye, ilkeler politikaya dönüşecek. Bu doğru politikalar bütünü ise bir virüs gibi yayılacak ve mevcut liderlerin dudaklarını uçuklatacak (Herpes virüsü). Dünyanın ilk yapay virüsünü inşa etmeye var mısınız?

N'olur Dudaklarımı Yiyin!


Bu yazıya ilham olan yazar Douglas Adams’ı henüz ikinci yazımda yeniden anmak istiyorum. “The Restaurant at the End of the Universe, Evrenin Ucundaki Restoran” adlı kitapta kahramanlarımız kıyamet kopmadan yarım saat önce evrenin tam ucunda bulunan bir restorana giderler ve bir masaya otururlar. Bu restoran ilk bakışta normal bir restoran gibidir. Garson siparişleri almaya gelir ve menünün biraz sonra onlarla tanışmak için geleceğini söyler. Kahramanlarımız birbirlerine bakar, meseleyi anlamaz. Bu esnada kapı açılır ve parlak tüyleri olan sağlıklı bir sığır içeri girip masaya yaklaşır.

“Merhabalar, sizin bugünkü menünüz benim.” 

Bizimkiler durumu yine anlamaz, neyi kastettiğini sorarlar sığıra, bir sığırın konuşabilmesine hayret etmemişçesine. Sığır der ki:

“Efendim, bugün beni ana yemek olarak yiyeceksiniz, kendimi aylardır buna hazırlıyorum. Neremi yemek istersiniz? Şefim benden harika bir kontrfile ve antrikot hazırlayacak. N’olur yanak ve dudaklarımın da tadına bakın, omzumdaki etlerin leziz olması için bana sunulan bütün özel yemleri yedim.” 

Kahramanlar bu fikri beğenerek az pişmiş sulu bir biftek sipariş ederler ama yine de neden kendinin yenmesini istediğini sığıra sorarlar, sığır:

“Bitkilerin bir dili olduğu keşfedildi ve anlaşıldı ki onlar aslında insanlarca tüketilmemeyi tercih ediyorlar. Bu duruma veganlar önce çok üzüldü, sonra da aç kaldılar. Kimsenin aç kalmasına razı olmayan bilim insanlarımız buna bir çözüm bulmak için bizi geliştirdiler, yani başkaları tarafından yenilmeyi isteyen ve bunu açık ve net şekilde müşteriye ifade edebilen hayvanlar. Artık veganlar gönül rahatlığıyla et yiyebiliyor! Hatta adlarını bile değiştirdiler, sadece yenilmeye rıza göstereni yiyen anlamına gelen konsentivoryan diyorlar artık kendilerine.”

“O halde ben en iyisi mutfağa gideyim ve şefim beni kesip hazırlamaya başlasın, yumuşacık olduğumdan hemen pişerim. Umarım afiyet olurum size!”

Bu garip hikâye bana et yerine yenebilecek şeylerle ilgili bir yazı yazmam gerektiğini hatırlattı. Yazıyı ikiye böldüm. İlk kısım “et alternatifi” olacak.

Eğer fleksitaryen (ara sıra et yiyen et tasarrufçuları, yani Türkiye’nin yüzde 90’ı) gibi kısmi vejetaryenlikleri ve etsiz Pazartesi ve sebzeli Cuma gibi etkinlikleri hesaba katmazsak, “et alternatifi” deyince akla ilk gelen şey et tüketmemektir, yani vejetaryenliktir. Vejetaryenler 4 ana gruba ayrılır. Bir grup süt içmez, yumurta yer; diğer grup süt içer yumurta yemez. Üçüncü grup her ikisini de tüketirken son gruba vegan denir. Vegan hayvansal bir ürün tüketmez. İşin eğlenceli kısmı veganlık, haydi o halde veganlığı kademe kademe inceleyelim.

Veganlığın bir sınırı olmadığını söylemek mümkün, hatta bu durum yiyeceklerin de ötesine geçmiştir ve bir yaşam biçimi hâlini almıştır. Mesela çoğu vegan deri, ipek ve kürk içeren ürünleri kullanmaz. Bazısı da hayvanlar üzerinde deney yapıldığını düşündüğü bir parfümü vücuduna sıkmaz. Bir kısım vegan, arıların peteklere yerleştirdiği bal arılardan çalınmış olduğu için bal dahi tüketmez, diğerleri ise bu işi bir sonraki noktaya taşıyarak üretim bandından çıkmış herhangi bir işlenmiş ürün tüketmez, üretim esnasında kullanılan makinelerin üretiminde hayvanlara zarar verilmiş olma ihtimali var diye. Bir sonraki aşamaya geçelim mi? Bir sonraki aşama da mı var? Haydi!

Çiğcil veganlık (İng. raw veganism) denen akımda hiçbir şey 50 derecenin üzerine çıkacak kadar ısıtılmaz, bunun yanında yavaş pişirme veya doğal pişirme yöntemleri ile beslenen çiğcil veganlar da vardır. Kimi çiğcil veganlar ise yalnızca meyve, yalnızca sebze veya onların çekirdekleri ile beslenir. Meyve suyu veganları da vardır, nadiren katı bir gıda tüketirler. Bitki filizi veganları bile vardır, bitki filizlerinin besin bakımından daha yoğun olduğunu düşündükleri için yetişkin bir bitkiyi bile tüketmezler, ki bu yanlış bir düşüncedir.  Bazı çiğcil meyve veganları doğaya zarar vermiş hissetmemek adına dalından kendi kendine düşmeyen hiçbir meyveyi yemez, dalında çürüyecek hale gelse bile. Ne garip ama, değil mi? Her şeyi önceden bildiği iddia edilen Simpsons dizisinde veganizmle dalga geçmek için “gölgesi olan herhangi bir şeyi yemeyen” 5. seviye veganlar benzetmesi yapılmıştı. Saydıklarıma bakılırsa bu espri gerçeklerden pek de uzak olmasa gerek.

Peki neden vejetaryen veya vegan olur insan? Veganların dini yasaklar harici 3 başlıca sebebi var, veganlar ilk ortaya çıktıklarında öncelikle hayvanların canı alındığı için et yemek istemiyorlardı, bu bir nevi hayvan hakları savunuculuğu idi. Fakat sonra mesele bir miktar evrildi ve bir grup etin içerdiği katı yağlar sebebiyle insan sağlığına zararlı olduğunu düşünürken, bir başka grup ise et üretiminin çevreye zarar verdiği görüşünü benimsedi. Fakat veganlığın bugün için bir yaşam biçimi olduğunu ve bir zamanlar hippiliğin gördüğü muameleyi şu anda veganların gördüğünü söylemek mümkün. Bunun bir kanıtı olarak veganların büyük çoğunluğunun yaptığı meditasyon, müzik ve duaları örnek göstermek mümkün, çoğu Hint kökenli bu ritüellerin. Bazı sıra dışı veganlar ise doğan veya batan Güneş’e saatlerce bakarak kozmik gıdalarını alma veya kendi idrarını içme gibi uçuk ve bilim karşıtı ritüelleri uygulamakta.

Bu durum bitkilerden insanlara ağız yoluyla bazı genlerin aktarımının mümkün olabileceğini ortaya koyuyor olabilir, çünkü bu sıra dışı veganlar çiğ bitkileri tüketmekten dolayı sonunda fotosentez yapmayı kafalarına koymuş görünüyorlar. Nefes alarak karbondioksit biriktirmeyi denemek neyse ama topraktan vitamin ve mineralleri emmek için herhalde biraz kök salmak lazım. Şaka bir yana, uç veganlık pratikleri safsatalar ile sinerjik davranmaya epey yatkın. Moda diyet (İng. fad diet) denen (şalgam suyu diyeti vb.) geçici diyetlerin önemli bir kısmının da veganlarca ortaya atıldığını ifade etmeden geçemem.

Veganizm ideolojisine genel olarak baktığımızda, “doğaya tapma” veya “kendini doğaya yük görme, sonsuz bir sorumluluk hissetme” adında bir “New Age” tipi spiritüel bir inanışın ortaya çıktığını söylemek bile mümkün. Her türlü medyadan uzak durma, basılı gazete ve dergi bile okumama gibi uygulamaları var bu inanışların. Veganlığın bu sonsuz kademelerini herhangi bir şekilde sapkınlık olarak görmemenizi rica ediyorum çünkü, gelişmiş ülkelerin arayışta olmaktan vazgeçmeyen yalnız insanlarının çare olarak gördüğü şeyleri kötülemek, onları anlamak ve iletişim kurmanın en iyi yolu değil. Ama biz yazımızın bilgilendirici olduğu kadar eğlenceli de olmasını istediğimizden kendileriyle biraz dalga geçiyoruz, ama sadece yapılan şeyler mantık sınırlarını zorladığı anda.

Biz veganların iddialarına geri dönelim ve onları inceleyelim. Vegan beslenmenin çevreye olan zararı azalttığı görüşü doğru. Bunun çok temel bir sebebi var, normalde bitkiyi tüketen bir sığır, onu zaman içerisinde ete ve yağa dönüştürüyor. Bu esnada hayvanın bünyesinde sayısız biyokimyasal reaksiyon meydana geliyor. Yan ürünler ve atıklar meydana geliyor, örneğin hayvan çok ciddi seviyelerde gaz çıkarıyor. Bu o kadar ciddi bir seviye ki Yeşil Barış Örgütü’nün (Greenpeace) raporuna göre Avrupa Birliği’ndeki çiftlik hayvanlarının çıkardığı karbondioksit yine AB’deki şahıslara ait araçların yaydığı karbondioksitten daha fazla.

Takdir edersiniz ki bir sığırın tek görevi et miktarını artırmak değildir, aynı bizim gibi canlılığın gerektirdiği tüm işlevleri yerine getirir. Çiftleşirler, doğururlar, yavrularına bakarlar, uyurlar, tehlikelerden kaçarlar. Tüm vücut bu işlevlerin yerine getirilmesi için zaman, enerji harcar, bunu sağlayan organlar ve yolaklar vardır. Bütün bunlar et sanayi için aslında bir yan üründür ve doğadaki dönüşüm verimliliğini düşürür. Bu verim öyle düşüktür ki yalnızca %15 civarındadır. Yani hayvana iletilen 100 birim enerjinin yalnızca yaklaşık 15 birimi ete ve yağa dönüşür. Kalan 85 birimi ise ısı veya organik madde olarak açığa çıkar ve kasaplarca kıymaya, sucuğa, salam ve sosise katılır, kasapları üzüyorsam üzgünüm. Dolayısıyla eğer siz vegan beslenirseniz, bitkiyi araya bir başka canlı koymaksızın doğrudan tüketiyorsunuz, bu yan ürünlerle verimi düşürmüyor ve doğayı daha az kirletmiş oluyorsunuz. Fakat et tüketen diğer canlıların (karnivor, etçil) sorumlu davranmasını gerektirecek bir şey yok. Yani büyük balık küçük balığı yerken doğayı daha çok kirletmiş olmuyor, hayatta kalmış oluyor. Peki biz de aslan ve balıklar gibi et tüketen bir canlı mıyız? Evrimleştiğimiz andan beri öyleyiz. Ama bu tanımlar modern dünyada değişebiliyor mu? Bu da “modern” kelimesinden ne anladığımıza bağlı.

Peki hayvancılıktan arındırılmış bir tarım her şeyin çözümü mü? Hayvancılık için yapılmayan tarım hayvanlara hiçbir zarar vermez mi?

Henüz onları tüketme evresine gelmemiş olsak da böcekler hayvandır, omurgasız hayvan sınıfından. Evini basan karıncaları ve hamamböceklerini gördüğü yerde öldüren, sivrisinekler ve karasinekler için kovucu veya öldürücü sprey kullanan, evine aldığı bitkilerin içinden çıkan kurt gibi şeyleri bilerek veya bilmeyerek yiyen bir vegan, kendiyle çelişiyor mu? Doğa Hayvanları İnisiyatifi’nin (Wild Animal Initiative) 2019 raporuna göre pestisit (böcek ilacı) kullanımı sonucu dönüm başına yıllık yaklaşık 10 milyon adet böcek yok ediliyor. Metrekare başına yılda 10 bin böcek demek bu, böceklerin tanesini ortalama 100 miligram olarak kabul etsek dönüm başına yılda 1 ton böcek demek ayrıca. Eğer bu böceklerin her birini ayrı bireyler olarak kabul edersek, et yiyen birinin bir vegandan farkı dönüm başına yılda 10 milyondan birkaç fazla hayvan katledilmesine müsaade etmesi değil mi? Peki o böceklerin meyve ve sebze yeme hakları yok mu? Dünyayı paylaşmak zorunda değil miyiz böceklerle? Veya böcekleri öldürürken onların daha insancıl yöntemlerle öldürülmesini mi savunacağız? Tamam kabul ediyorum, şimdi de ben saçmaladım. 

Kalıcı veganlığın daha sağlıklı olduğunu iddia etmek pek mümkün değil. Uzun süreli vegan beslenmek depresyon, hipotiroidi, osteoporoz (kemik erimesi) ve kemik zayıflaması, anemi, egzama ve saç dökülmesine yol açıyor. Vegan beslenmek kabızlık ve şişkinliğe sebep oluyor, sindirim sisteminde biriken gazı atmak ise işkenceye dönüşüyor. Vegan beslenmeden dolayı bilinç kararması ve yorgunluk ise neredeyse garanti. Çocuklar vegan beslenirse bu şikayetler daha yoğun görülüyor. Vitamin ve mineraller konusu ise atlatılmaması gereken bir nokta. Mesela B12 vitamini bağırsak bakterileri tarafından hayvanların sindirim sisteminde doğrudan üretiliyor ve tüm dokulara taşınıyor. Bitkiler bu vitamini neredeyse hiç üretmiyor. B12 eksikliği ise birçok temel işlevin yerine getirilmesini engelliyor; özellikle beyinde kalıcı hasarlara yol açıyor. Hap şeklinde alınan B12 takviyeleri ise besinlerden sindirim sonucu açığa çıkan B12 kadar iyi emilip işlev göremiyor ve feci bir gaz ve kabızlık yapıyor. Veganların çoğunlukla karşılaştığı mineral eksikliği ise kalsiyum. Kalsiyumun kemiklerin güçlenmesi için ne kadar önemli olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Demir yoksunluğu olduğunda ise bu durum vegan diyeti mahvediyor, Temel Reis’in ıspanağındaki demir ise hem demir bakımından zengin değil hem de bağırsaklardan iyi emilemiyor.

Peki kuzenlerimiz olan goriller neredeyse tamamen vegan beslenmelerine rağmen nasıl bu kadar kaslı ve güçlü oluyorlar? Çünkü günlerinin neredeyse tamamını ot yiyerek geçiriyorlar ve sindirim sistemleri buna uygun şekilde değişime uğramış. Ve bu sayede bitkilerde az bulunan bazı hayati besinleri onlara yetecek kadar biriktirebiliyorlar. Kabaca bir hesapla insanlar eğer günlük 5-6 kg bitki tüketebilseydi o zaman vegan beslenmek önemli ölçüde problem olmaktan çıkacaktı. Fakat aklı başında kimse günlük 5-6 kg bitki tüketemez.

Bana soracak olursanız; ben vegan da beslenmiyorum, vegan bireylerle de beslenmiyorum. Maksadım her iki tarafın görüşlerini aktarmak.

Peki, “et alternatifi” kavramını tartıştık, şimdi kelimelerin yerlerini değiştirip “alternatif et” diyelim. Eğer böcek gibi alternatif protein kaynaklarını başka bir yazının konusu olarak görürsek, alternatif eti ikiye ayırabiliriz. İlki bitki bazlı et taklidi ürünler.

“Beyond Meat” ve “Impossible Food” adlı iki şirket bitki bazlı et taklidi ürün piyasasını domine ediyor ABD’de. Her ikisinin de tadına baktım, bir bitkiye göre oldukça lezzetliler. Fakat sonuçta etin yerini alan şey soya proteini ve hayvansal yağın yerini alan şey ise Ayçiçek ve Hindistan cevizi yağı. Sağlıklı olup olmadıklarının kararını vermek çeşitli sebeplerle kolay değil. Şunu da not etmek gerekir ki, “Impossible Food” firması kana rengini veren hemoglobini üretmek için genetiği değiştirilmiş bakteri kullandığından (leghemoglobin) bu ürünün Türkiye’ye girişi biyogüvenlik yasası gereği mümkün değil. İnanın bana gerçekten mümkün değil, sizi kimse kandırmıyor, gece gündüz GDO’lu gıdalarla beslenmiyorsunuz. Sonuç olarak bitki bazlı etleri konforlu bir şekilde yapay et olarak sınıflandırmak doğru olur. Bu arada evet, bilerek ve isteyerek ABD’de iken GDO’lu ürün tükettim ve tesadüf eseri hala hayattayım. İnsan bazen gerçekten hayret ediyor!

Bunun yanı sıra tam olarak yapay et olarak sınıflandıramayacağımız ve hayvandan elde edilen ama hayvanın katledilmesi sonucu elde edilmeyen fütüristik bir et çeşidi var. Kültür eti veya laboratuvar eti olarak adlandırılan bu et gerçekten hayvanların ta kendisinden elde ediliyor. Biyopsi ile elde edilen kök hücreleri 3 boyutlu steril kazanlarda besi yeri ortamı ve büyüme faktörleri ile çalkalayarak elde edilen bir et çeşidi. İçinde portakal tanecikleri olan bir portakal suyunu çalkaladığınızı ve taneciklerin sayısının bunun sonucunda her an arttığını düşünün, buna çok benzer bir büyüme meydana geliyor o steril tanklarda. Burada hayvanlar nasıl beslenerek gelişiyor ve kilo alıyorsa, benzer şekilde kazanlardaki kök hücreler de besleniyor ve sayısını artırıyor. Büyüme tamamlanınca bu hücreler tanklardan bir çökelti halinde toplanıp görmek istediğimiz kas dokusu benzeri bir yapıyı oluşturması için çeşitli biyolojik uyaranlarla uyarılıyor. Oluşan dokular kasa benzediğinde ve bıçakla kesilebilecek kadar sıkılaştığında şekil verilip tüketime hazır hale geliyor.

Bir hayvanın ticari açıdan kesilebilir hale gelmesi yaklaşık 2 yıl sürerken bir hamburgerlik kültür eti yalnızca 2 haftada üretilebiliyor. Kültür eti ile daha az su kullanımı ve kirlenmesi, daha az ekilebilir arazi kullanımı ve daha az sera gazının ortaya çıkacağı ortada, bu sayede ekilebilir araziye dönüştürülen orman arazilerinin yeniden ıslahı, tarım ilacı kullanımının azalması, ormanın iyileşmesi ve biyoçeşitliliğin artması ise bunun doğal sonuçları. Et sanayi tarafından hayvanlara nasıl davranıldığı ve bu kötü geçen hayatın sonucunun ölüm olduğu da herkesin malumu. Birçok din görevlisi “insana faydalı olan, hayvanların ölmesini engelleyecek bir şey haram olamaz” fetvası verdiğinden dini açıdan da bir engel şimdilik görünmüyor.

Kültür eti üretimi aşırı derecede az olduğundan piyasaya sürülmüş herhangi bir ürün yok, fakat yapılmış bazı ön çalışmalar var. Ama unutmayın, henüz raflara giren hiçbir ürün yok, birkaç yıl daha bu böyle devam edecek. Bütün gayretlerin Ar&Ge aşamasında olduğunu rahatça söyleyebiliriz. Şimdi bu ön çalışmalara bazı örnekler verelim.

Amerika’da “Steakholder” adlı bir firma 3D yazıcı ile biftek taklidi üretmeyi başardı, “Scifi Foods” adında başka bir firma ise hamburger üretiyor. “Upside” adında başka bir firma ise porsiyon boyutlarında tavuk eti üreten ilk firma oldu. “Finless Foods” adındaki firma ise balık eti üretiyor. “Good meat” ve Upside’ın ürettiği etler geçtiğimiz ay Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi olan FDA tarafından satış izni onaylandı. “Memphis Meat” adlı firma ördek eti üretti. “Eat Just” adlı firmanın ürettiği etler Singapur’da bir restoranda tadımlık olarak servis ediliyor bile. “Mosa Meat” gerekli yatırımların yapılması halinde 10 dolara 150 gramlık burger köftesi yapabileceğini duyurdu. “Aleph Farms” ise gerçek bifteğe en yakın biftekler yapabildiğini iddia ediyor. Kanguru gibi egzotik hayvanların etlerini üretmeyi hedefleyen firmalar var. Türk girişimcilerin kurduğu “Biftek” veya “Beef Tech” adlı firma ise FBS adı verilen büyüme serumunun hayvandan elde edilmeyen doğal ve ucuz alternatiflerini üretiyor, kendilerini kutluyorum. FBS aynı zamanda etik bir tartışmanın fitilini ateşleyebileceği için bu konuyu biraz açalım.

FBS bir büyüme faktörü serumu. Çok besleyici bir takviye ve bu sayede kazanlardaki hücreler ölmeden yüksek yoğunluğa çıkabiliyorlar. Hücreler bir dokunun içinde değilken ve tek başlarına bir sıvının içinde çıplak haldelerken onları mutlu edebilecek ve ölmelerini engelleyecek çok az sayıda büyüme serumu var, FBS açık ara en önde gelen serum. Fakat FBS’in litresi 400 dolar ve 1 litreden yalnızca 30-40 litre zengin besi yeri üretilebiliyor. Ve FBS kesime gidecek hamile ineklerin ölecek fetüslerinin kanından elde ediliyor çünkü yalnızca bu kan çok temiz ve büyüme faktörü bakımından çok zengin. İşte temel mesele bu, yani kültür eti teknolojisi sığırların kesilmesini engellemek istiyor ama temel besi yeri takviyesi ancak sığırlar kesilmesi gerektiğinde doğmamış yavrularının kanından tedarik edilebiliyor ve çok pahalı. Çok yaman bir çelişki!

Peki bundan kurtulmak için çabalamaya değer mi? Bundan kurtulmak mümkün mü? İşte “Multus Media”, “Defined Bioscience”, “Agulos Biotech”, “Orf Genetics”, “Tiamat”, “Future Fields” ve tabii Türk mali “Biftek” firmalarının amacı bu. Yani içinde hangi besinin ne kadar olduğu iyi bilinen, besleyici, doğal, büyüme faktörü bakımından zengin ve ucuz bir büyüme faktörü yaratmak için çabalıyorlar. Bu şimdilik kısmen bile olsa ulaşılabilmiş bir hedef değil.

Diyelim hayallerdeki gibi bir FBS yapıldı, her şey harika değil mi? Hayır değil, tabii ki değil. O halde moralinizi bozmak için şimdi işin olumsuz yönlerinden bahsedelim. Şu anda kültür etini üretmek aşırı derecede maliyetli ve talebi karşılamanın çok gerisinde, 150’den fazla yeni doğmuş (İng. start-up) firmaya dünyada 3 milyar doların üzerinde yatırım yapılmış durumda olmasına rağmen. Bu firmalar imkansızı başarma amacıyla oldukça riskli bir işe soyunmuş durumdalar. 450 milyon dolarlık devasa bir tesis kurup 10 milyon kilogramlık bir ürün üretilebileceği hesabı yapılmış ama ABD’nin yıllık et ihtiyacı toplam 45 milyar kilogram seviyesinde. Yani böyle bir yatırım bile ABD’nin ihtiyacının on binde ikisine tekabül ediyor. Maliyet hesaplamaları ise aşırı derecede iyimser yapılmış olabilir.

Bunun yanında hücreler çok hassas olduğundan sıcaklıktaki değişimlerden en sert biçimde etkileniyor. Kazanların sıcaklığı her daim 37 Santigrat derecede tutuluyor, çünkü hücrelerimizdeki enzimler vücut sıcaklığında çalışmaya evrimleşmiş. Bu durum ciddi derecede enerji harcanmasına yol açıyor. Aynı şekilde, besi yeri bileşenlerinin yüksek miktarlarda üretiminde harcanacak kaynaklardan dolayı çevre için aslında hiç de iyi bir alternatif olmadığı düşünülüyor. Yani maliyeti düşürmek için devasa tesisler kurulacak ama bu da aslında çevreyi daha az kirletsin denen kültür etinin temel felsefesine zarar verecek nitelikte. Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık durumuna gelmek gayet olası.

Ayrıca hücre yetiştirmek için kullanılan tanklar kontaminasyona çok yatkın. Kontaminasyonu kısaca yabancı bir hücrenin çoğalarak yetiştirdiğimiz temiz örneği kirletmesi olarak tanımlayabiliriz. Örneğin bakteri kontaminasyonuna uğrayan bir kültür asla ve asla et üretiminde kullanılamaz, çünkü bu onu tüketecek insanların bir toplumsal sağlık sorunu haline gelir. Kontaminasyon olmasın diye steril şartların korunması ve sürekli kontrolü gerekiyor ve bunun için harcanan para çok fazla. Sistem paketlemeye değin steril durumda kalmak zorunda. Başka tip bir kontaminasyonla ilgili aklıma çeşitli etik kıyamet senaryoları gelmiyor değil, ki bunu size söyleyemem çünkü mideniz bulanır. Çok bulanır.

Son olarak bu alanda hiçbir şirket piyasaya ürün çıkarıp, satış yaparak karlılık noktasına gelmediği için henüz hepsi para toplama aşamasında. Yatırımcıyı çekmek için olumlu mesaj vermek ve olumsuz olan her şeyi paspasın altına süpürmek zorundalar. Bu da gerçekçi olmayan bazı vaatlerin verilip yanlış mesajların gitmesine ve uzmanların buna bir reaksiyon geliştirmesine sebep oluyor. Akademisyenler kültür etini uygun fiyatla raflarda görmek için kaç Nobel ödülünün dağıtılması gerektiği konusunda şakalar yapıyor şu anda. Yani gerçek anlamda bilim dünyasının mutlak desteği de alınmış değil.

Hemen moralinizi bozmayın, çünkü dediğim gibi bu fütüristik bir teknoloji ve zamana ihtiyacı olduğu besbelli. Kültür eti maliyetleri şu anda çiftlik hayvancılığının çok çok çok üzerinde fakat bunun aynı seviyeye önümüzdeki 20-25 yıl içinde gelmesi tahmin ediliyor. Sonrasında da daha ucuz olacağı ve hep daha ucuz kalacağı öngörülüyor, normal et fiyatlarının sürekli arttığını düşünürsek. Çevre kirliliği her geçen gün yaygınlaştığından mevcut tarım alanları ve sulanabilir alanlar sürekli bir düşüş trendi içerisinde, dolayısıyla kültür etinin gelecekte gerçek bir ihtimal olarak değerlendirilmesi gerekiyor.

Peki kültür etleri veganlarca kabul edilecek mi? Bunu elbette bilmiyoruz. Veganların önemli bir kısmının hayvanların katledilmesini öne sürerek et tüketmeyi protesto ettiklerini biliyoruz. Ama yakın bir zamanda veganlar neden et yemek istemediklerine net bir karar vermeliler. Etin tadını beğenmemelerinden dolayı mı, yoksa hayvanların katledilmesinden dolayı mı?

Ve bence en önemli soru şu:

Aşağıdaki 3 ihtimalden hangisi önce gerçekleşecek?

1)Kültür etlerine geçiş yapma.

2)Böcek tüketme.

3)Veganların et tüketimimizi tamamen yasaklamaları

Veya dördüncü bir ihtimal olarak; belki de bu işin tek çıkar yolu Douglas Adams’ın önerdiği şekilde olacak.

Ne dersiniz?

Not1: Bu uzun yazıyı neden yazdım? Çünkü bazı şeyleri halkımız henüz bu işlerden para kazanılmaya başlanmadan eğrisi ve doğrusuyla bilmeli, yoksa kripto paralar gibi sonradan bu gibi işlere girip elinizdekileri de kaybedersiniz. Temkinli, uyanık ama fırsatları yoklayan bir kafa yapısında olmalıyız. Bu yazı aslında aklında çeşitli fikirleri olgunlaştırma aşamasında olan girişimciler için bir uyarı yazısı aynı zamanda. Bu çeşit bir yazının konusu ve içeriği değiştirilip her türlü teknolojik gelişme için tekrarlanabilir.   

Not2: Yazının erotik bir hikâye tadında olmasını bekleyenleri hayal kırıklığına uğrattıysam üzgünüm, bu uzun yazıya vakit ayırmanız için sizi başlıkla kandırmak zorundaydım.

6 Haziran 2023 Salı

Sesteş ve Sözdeş Aydınlar

Türkiye' nin geldiği nokta çok entereşanlaşmaya başladı. Bir yandan bağımsızlaşma mücadelesi veren İslamcı ve Anti-Atatürkçü bir iktidar oluşumu hızla Atatürkçüleşirken, diğer yandan onun boşalttığı siyasi alanı hınca hınç doldurmaya çalışan ana muhalefet var. CHP' ye "Türk Bayrağı' nı ver, HDP' yi al" deseler kabul ederler miydi diye soralım, aklı başında hiç kimse "ederdi" demez. Ama etti, etmiş oldu. Şu anki görünüm CHP' nin son genel seçimlerine gireceği yönünde, hatta bunu kimse engelleyemez artık. 

75 yaşında olan bu zat, dünyanın hangi ülkesine giderse gitsin sosyal güvenlik kanunlarına göre oranın emeklisi olur, fakat Türkiye' de umudun temsilcisi. Biz neden bu yaşlılara bel bağladık? Biz genç bir toplum değil miyiz? Ulu önderimiz büyük Atatürk 57 yaşında vefat etmedi mi? Vefat etmeden önce ömrünü doldurmuş ve hep kaybetmekte olan bir imparatorluğu sona erdirip sağlıklı ve modern bir Cumhuriyet kurmadı mı? Yeniliğe neden kapalıyız? 

Atatürk' ün kurduğu CHP' nin devri sona ermiştir. Türkiye Cumhuriyeti' nin yaşaması için artık CHP' nin sona ermesi lazım. 

Çünkü CHP hiçbir şeyi temsil etmiyor. Eridi, kurudu ve yök edildi. Hiç kimsenin Atatürkçü düşüncelerle ilgili söz edecek bir dermanı yok. Zaten ne söylediğini ve o sözlerin ne anlama geldiğini kavrama şansları bile yok, okumamışlar ve bilmiyorlar. CHP bir çıkmazın içinde, sebebi de belli. Kılıçdaroğlu' nun partiyi çürütüp değiştirmesi. Seçmen tabanı da bu değişim yavaş ve kademeli olduğundan farkına varamadı. Şu anda ne yaparsanız yapın CHP kayıp partidir. Hiçbir umut vermez, ve vermemeye devam edecektir. 

Kılıçdaroğlu olmayacak her şeyi yaptı ve parti bu hale geldi, Erdoğan nefretinden başka hiçbir ortak noktası olmayan insanları bir araya getirip onlara da bir isim verdi, adına Altılı Masa dedi. Ümit Özdağ ile HDP' yi aynı potada eritti ama olmadı. Vatandaş aktif terör örgütünün temsilcisine (HDP) karşın pasif terör örgütününün pek de oy alamayan ve oy alamadığı için hiçbir şeyde sözünün geçemeyeceğine emin olduğu temsilcisini (Hüda-Par) yeğledi. Vatandaş yerli ve milli ile dalga geçen tipleri seçmedi, vatandaş ülkenin dümeninin yurt dışında olmasını istemedi. 

Ama ne acıdır ki, 2007 yılında "ne ABD ne AB, tam bağımsız Türkiye!" diye eline bayrak alıp sokağa dökülen teyzeler şimdi Kılıçdaroğlu fanatiği. Meğerse bu muhteşem sözü onlar söylememiş, meydanların sesini yansıtmışlar. 

Şimdi iktidar "ne ABD ne AB" diyor, muhalefet de "ne Çin ne de Rusya" diyor. Bizler ise "Hepsine Hayır, Tek Bağımsız Türkiye!" diyoruz. Meselemiz budur zaten. Tam bağımsız bir devlet kaldığına inanmıyoruz, bağımsızlık mertebesine yükselen ilk ülke Türkiye olsun diyoruz. Çünkü büyük bir dünya savaşı kapımızda, bu savaşa herhangi bir tarafta olup da dahil olmayan yanacak. 

ABD ona en son saldıran ülkeye nükleer bomba attı, iki şehirde toplam 200.000 üzerinde insan ilk anda yok oldu. Hayvan, bitki ve hatta mikroorganizmalar bile yok oldu. O topraklarda yoğun radyasyon dolayısıyla bitki yetişmedi. Yarım milyon kişi kanserden hayatını kaybetti. Hiroshima' ya atılan nükleer bomba 4.5 ton ton ağırlığında, yani kilogramı başına 20 insan hayatını kaybetti. Hatta bu 4.5 tonun sadece 64 kilogramı Uranyum olduğundan 1 gram Uranyum 2 kişi öldürdü diyebiliriz. Şehrin nüfusunun yüzde 40' inin birkaç saniye içinde yok olduğunu düşünün. 

Çıkacak olan bu savaşta artık herkesin elinde bomba var, tarafların bomba attırabilecekleri küçük uydu ülkeler de var. Kaç milyon insan ölecek dersiniz böyle bir dünya savaşında? Bence en az 500 milyon. Nükleer bombadan ölecekler 1 milyonu geçmez bu arada, savaşın kendisinden ölenler ise 10 milyonu asmaz. Çoğu insan savaşın getirdiği açlık ve hastalıktan ölecek, her seferinde olduğu gibi. Etrafınızda size yardımcı olacak insanların sayısını şimdiden artırınız, ileride bu tarz global afet dönemlerinde size onlar yardım edecek. 

Peki bağımsız olmak ne anlama geliyor? Öncelikle şu anlama geliyor, Doğu ve Batı' nın tam sınırında olan Türkiye' nin bir global cephe olmasının önüne geçiyor. Yani İsviçre savaşa dahil olsa bile jeopolitik konumu nedeniyle yine bir savaş alanı olmayacak ama Türkiye savaşa dahil olmasa bile kaldıracağı yükün çok ağır olduğunu tahmin etmek gerek. O halde bağımsız kalmanın önemi daha da artıyor. 

Türkiye' nin geldiği nokta çok entereşanlaşmaya başladı, yeniden. Türkiye' nin sözde aydınları CHP' nin konumlandığı yeni noktayı beğendi. Sabancı Üniversitesi' nde Cumhuriyetten bile daha uzun ömürlü olacağı iddiasıyla kurulan İstanbul Politikalar Merkezi' nde çalışan bütün uzmanların ekonominin kötü gidişatına rağmen iştah kabartmasının sebebi bu. Sabancı' nın neden ülkenin zararına çalıştığı ise merak konusu, onlar da kandırılıyor olabilirler. 

Ülkenin aydınları özgür düşünceli olmalılar, maaşlı çalışmamalılar, cesur olmalılar ve herhangi bir bağ veya bağlantıdan ayrık (münezzeh) olmalılar. Ülkenin aydınları aynı sese sahip olmamalılar, farklı görüş, düşünce, eser üretmeliler ve bizi fikirden fikire çalkalamalılar. 

Aydınlar fraksiyonlaşırsa sesleri gürültüye dönüşür. Bir tribün rakip takımın tribününe bağırır, bu da hiçbir şeyi değiştirmez. Şu anda Türkiye' de olan bu, aydınlar için üçüncü yol yok. Üçüncü yola çıkmak isteyenleri de kırbaçlayarak hizaya sokuyor her iki taraf da. Halbuki fikirlerin çatışması için öncelikle kişilerin bir araya gelmesi lazım. Siyah veya beyazın söylediği yoldan gitmek bize her zaman kaybettirir, halbuki hayatın bütün tadı ve keyfi grinin tonlarındadır. Hayat 1 veya 0, evet veya hayır, Doğu veya Batı değildir, hayat bunların hepsi ve herkes için özgün bir karışımıdır. Türk toplumu aradığı karakteri bulmak istiyorsa grinin gücüne güvenmeli. 

Sevgiler. 

Tolga Tarkan Ölmez

29 Ekim 2020 Perşembe

29 Ekim Cumhuriyet Bayrami' miz kutlu olsun!

Bugun 29 Ekim 2020, Turkiye Cumhuriyeti' nin ilaninin 97. yil donumu. 97 yildir cesitli badireler atlatsa da sapasaglam yoluna devam eden bir cumhuriyet var bugun. Cilginliklarin cografyasinda vatandaslarini nispeten hayatta tutabilen bir rejimiz biz. Son 30 yilda komsularimizin yarisi savas gordu, yarisindan fazlasi sefalet icinde, cogu bir super gucun gudumu altinda, bir kismi ya isgalci, ya da isgal altinda. Terore alisik olmayan komsumuz yok gibi. Bu saydiklarimin bir kismi ulkemiz icin de gecerli, hangilerinin oldugunu soylersem ic siyaset yapmis olurum. Ben aksine 1920li yillarin dis siyasetine deginmek istiyorum bu kutlu gunde.

1920' lerde dunyanin patronu Britanya Imparatorlugu idi. Inanmayabilirsiniz ama dunyanin ceyregi tamamen Britanya kontrolunde idi. Kanada, Avusturalya-Papua Yeni Gine, Malezya, Hindistan-Pakistan-Banglades, Arap yarimadasi, Suriye-Irak-Kibris, Somali-Sudan-Kenya-Uganda-Tanzanya-Zimbabve-Namibya-Botsvana, Gana-Nijerya-Sierra Leone-Gambia, Karayipler-Bahama-Guyana ve Honduras ulkeleri tamamen Britanya Imparatorlugu kontrolundeydi. Bu kadar cok ulkeyi ve toplamda 500 milyonu asan bir nufusu kontrol etmek o zaman nufusu 50 milyon olan Britanya icin ne cok kolaydi, ne de cok zordu. Karsilastirmak adina Osmanli 1. Dunya Savasi' ndan once 18 milyon idi, cumhuriyet ilan edilene kadar olumler ve toprak kayiplariyla nufus 12 milyonun altina inmis idi. Hem Osmanli (veya Turkiye) hem de Britanya savastan cikmis oldugu icin bu konuda biri digerinden daha iyi konumda degildi. Yani uzun lafin kisasi Britanya her alanda Turkiye' den en az 3-5 kat ustun idi. 

Kurtulus Savasi aslinda eger cok zorlarsak Ankara Hukumeti-Britanya savasina indirgenebilir. Bazilarimiz buna Fransa' yi da katmak isteyebilir. 1. Dunya Savasi sona erdiginde, Britanyalilar-Italyanlar-Fransizlar-Amerikalilar bir araya gelip Osmanli topraklarini tamamen parcalamak ve Buyuk Ermenistan, Buyuk Yunanistan ve belki Kurdistan devletlerini kurma niyetindeydiler. Osmanli' nin kalan topraklarini ise boyun egmis bir uydu devlete cevirme niyetinde idiler. 

Bu gayenin onunde Ankara Hukumeti duruyordu. Sevr' i tam olarak uygulamaya koymak icin son direnis gucu olan Ankara Hukumeti' nin direnisini kirmak gerekiyordu. Sevr haritasina bakarsaniz Fransizlari (aslinda askerlerinin cogu Ermeni olan) guneyden kovan halkin ve kumandanlarin kahramanliklarini hatirlarsiniz. Kahraman olan Maras'i, Sanli olan Urfa' yi, Gazi olan Antep' i ve 3 Ali Pasa' yi gorursunuz (Ali Fuat Cebesoy, Ali Kilic, Ali Saip Ursavas). Bu bolge Fransa' nin dogrudan kontrol etmek istedigi bir bolge idi ve nihayet burada Kilikya Ermenileri devleti kurmak ve kontrol etmek istiyorlardi. Tabii ki size ozgurlugunuzu kim verirse onun sonsuza kadar dostu olursunuz, bu bakimdan Fransizlar basarisiz da olsalar Ermenistan-Fransa dostlugu asla bitmez ve bitmeyecek. Hatta bugunku Turkiye' nin Turk devletleri haricinde ebedi bir dostunun olmayisi, adeta Kurtulus Savasi' ni nasil tek basina verildiginin bir kaniti gibidir. 

Fransizlarin zone of influence (etki bolgesi, bir nevi muhtariyet bolgesi) dedikleri bolge Turkmenlerin ve Araplarin cogunluk ana unsuru oldugu Yahudi-Suryani-Kurt-Rum-Ermeni azinlikli karmakarisik bir bolge idi, bugun Turk Ordusu' nun Suriye sinirini korudugu bolge (Idlib-Kamisli hatti). Bu yuzden Fransizlar burada ne yapacaklarini bilmiyorlardi. Bu yuzden bu bolgedeki nihai hedefleri somurgecilikten baska bir sey olmasa gerek. Britanyalilar ise petrolun nerede oldugunu iyi bildiklerinden Irak ve Filistin bolgesini tamamen kontrolu altina almis ve o bolgeyi somurgesi yapmayi hedeflemisti, bunu Seyh Sait ayaklanmasi sayesinde basarabildiler de. O bolgede Musul-Kerkuk-Erbil-Suleymaniye bolgeleri haricinde Turk nufusu ciddi bir cogunluk olmadigindan Britanyalilarin isteklerini engelleme imkanimiz olmadi. Bu yuzden son 100 yildir bolgede butun petrolu BP cikarir, o zamanlar Seyh Sait yuzunden alamadigimiz Musul-Kerkuk-Suleymaniye-Erbil bolgesi, Irak' in geri kalani ile birlikte bugun Ingiltere' nin zenginliginin ana kaynaklarindan biridir. En azindan bir kismi bizim olmasi gereken petrolu bugun hala Ingiltere cikariyor, isletiyor ve kazaniyor. 

Bolseviklerin ideolojik genislemeci politikasindan korkan doyumsuz Ingiltere, savas oncesinde Ruslara verilen Istanbul' u, Canakkale' yi ve Istanbul' a giden deniz rotasi olan Bati Anadolu kentlerini kendileri tek basina kontrol etmek istedi. Istanbul ve Bati Anadolu' yu sindirmek kolay olmadigindan Ingilizler savasta uydu devlet olarak Yunanlari kullanmayi ve topraklarin bir kismini onlara vermeyi en basindan beri planlamislardi, Megali Idea da buna cok uygundu. Kurtulus Savasi sonrasi isareti alan Yunanistan butun ordusunu Anadolu' ya yigdi, 250 bin civari Yunan askeri geldi ve yerlesti. 3.5 yil Anadolu' da ve Trakya' da isgalci olarak kaldilar (15 Mayis 1919 - 11 Ekim 1922). Inonu Savaslarina kadar butun savaslari kazandilar, Inonu Yunanlarin bize karsi ilk yenilgileri idi ama Yunanlarin ilerleyisini durdurabilecek nitelikte degildi, milletimizin makus talihini yendigimizi gordugumuz ilk savas olmasina ragmen. Bu yuzden Inonu Savasi' ndan sonraki tum savaslari da kazandilar. Fakat o esnada bir sey oldu. Kendi isgalci kuvvetleri yenilen veya basarisiz olan Italya ve Fransa, aslan payini kapan Britanya tarafindan kandirildiklarini nihayet fark ettiler. Inonu Savaslari ilk kez, Ankara Hukumeti' nin kazanabilecegini Italya ve Fransa' ya gostermistir. Aslinda bu bakimdan genc Ismet Inonu, gercekten makus talihimizi yenmek adina ilk devasa adimi atan komutan olmustur. Italyanlar kendi maceralari sona erince onlari kandiran Britanyalilara bir kazik atmak amaciyla bize destek verdiler, Britanyalilari bolgede gormek istemeyen Bolseviklerle birlikte. Fransizlar tarafsiz kalarak Britanya' yi cezalandirmayi tercih ettiler. 

Fakat bu destegin etkileri hemen gorulmedi, ta ki 23 Agustos 1921' de baslayan Sakarya Meydan Muharebesi' ne kadar. Sakarya Savasi aslinda yolun sonu idi, Ankara hukumetinin sonu idi. Yunanlarin Ankara' ya kadar ilerlemesinin sebebi 250 bin askere ragmen direnisin bir turlu sindirilemiyor olusu, yerel halkin soz dinlemiyor olusu idi, Ankara Hukumeti' nin bu direnisi orgutlediginden emindiler. Buyuk Yunanistan' i kurmak icin Kemal' in kenti olan Ankara' yi fethetmek ve Ataturk' u yakalayip idam etmek gerekli idi. Bunun icin Haymana-Polatli cephelerinde 22 gun boyunca kanli catismalar oldu, binlerce askerimiz sehit oldu. Yunanlarin bir ucu Yunanistan' a uzanan silah-cephane ve gida takviye hatlari uzadikca uzadi ve nihayet 22 gunun sonunda yetersiz kaldi. Turk tarihindeki en kritik savasta Yunanlar Ankara' yi fethedemediler, Buyuk Millet Meclisi' ni dagitip Ataturk' u idam edemediler. Mucizevi sekilde geri cekilmek zorunda kalan Yunan Ordusu ilk kez tam anlamiyla durdu. Fevzi Cakmak ve Mustafa Kemal Pasalar ulkeyi ve milleti en cok ihtiyac duyulan noktada kurtarmislardi. Bu saatten sonra Yunanistan caresiz kaldi, ne ilerleyebiliyor ne de geri cekilmeyi iclerine sindirebiliyorlardi. Bu onlara zarar verdi, Britanyalilar da verdikleri yardimin yeterli oldugunu ve daha fazla yardim veremeyeceklerini ilan ettiler. Hatta sirf bu yuzden itilaf devletlerinin kontrol ettigi Istanbul' u isgal etmeyi bile dusundu Yunanlar. Bu esnada Italyanlar ve Fransizlar Ankara hukumeti ile anlasmalar imzalayarak Anadolu' dan sessizce cekilip gittiler, sadece Istanbul' da konuslanmaya devam ettiler. Butun bu olaylar karsisinda Ankara Hukumeti' ne ateskes teklif edildi. Ateskesin kabulu Bati Anadolu' da koskocaman bir Yunan hakimiyetinin kabulu ve mustahkem mevkilerin guclendirilmesi anlamina gelecegi icin Ankara Hukumeti bunu reddetti. Sonraki 6 ay nispeten sessiz gecti. Bu surecte Istanbul' da Mondros ateskesi sonrasi depolara kilitlenen silahlar parca parca kacirilmisti, Istanbul' u isgal eden Britanyalilarin ruhu duymamis, Italyan ve Fransizlar da yol kontrolleri esnasinda silahlari gormezden gelerek yardimci olmuslardi. 30 Agustos' a 40 gun kala savas karari alindi. Ataturk savas oncesi cepheyi iki kez ziyaret etti ve savas planlarini gozden gecirdi, stratejiyi diger komutanlarla tartisti. Cepheye cok yakin bolgede savastan 10 gun once bir futbol maci duzenledik ve bunu izleme bahanesiyle butun komutanlar cephenin yakinlarina gelmis oldular. Ataturk de sanki hic ilgisi yokmus gibi Ankara' da kalmaya devam etti. Hatta gazetelerde bir cay partisi verdigine yonelik sahte haberler yayinlattirdi, bu sayede savas hazirliklari Yunan Ordusu' nun burnunun dibinde buyuk bir gizlilik icinde yapilmis oldu. 

26 Agustos 1922 tarihinde Dumlupinar veya Baskumandan Meydan Savasi basladi. 29 Agustos' ta Yunanistan Anadolu Ordusu' nun 3. buyuk komutani Trikopis esir alindi, Yunan hukumeti sahada olup bitenden o kadar habersiz idi ki, Trikopis esir alindiktan sonra onu Hacianestis' in yerine Anadolu Ordusu' nun baskumandani olarak atadiklarini bildirmeye calistilar. Ertesi gun Yunan Ordusu tamamen dagitilmis ve savasma kabiliyeti tamamen ellerinden alinmisti. O gun 30 Agustos' tu. Ertesi gun Ataturk unlu emri vermisti, "Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz' dir. Ileri!" Bu emirle sonraki 10 gun icinde o zaman Akdeniz denen Adalar Denizi' ne (veya Ege Denizi) kadar dusman adeta bir "iti kovalar gibi" kovalandi (Burada verilmek istenen mesaj: Karabag Azerbaycan' dir!). 9 Eylul 1922' de nihayet Yunan taarruzu tamamen sona ermisti. 

Yunanistan Kralligi tamamen yenilmisti, yalnizca Trakya' da birkac tumen askeri kalmisti (birkac 10 bin). Bu sartlar altinda akilli bir insan ne yapar? Tabii ki ateskes imzalamaya calisir. Peki bir deli ne yapar? Istanbul' u isgalden kurtarmaya calisir. 

Biz deli oldugumuzu kanitlamak icin butun kuvvetlerimizi Canakkale-Bursa uzerinden Istanbul' a dogru hareket ettirme karari aldik. Mustafa Kemal Pasa Britanyalilarin "durun, yapmayin" sozlerini tamamiyle duymazdan geliyordu, "Ya Istanbul' u ve Meric nehrine kadar Trakya' yi geri verirsiniz, ya da catismak zorunda kaliriz." dedi. Agustos 26' da Istanbul' da kalacaklarindan %100 emin olan Britanyalilar, su anda korku icindeydiler, Turkiye' yi sayisiz kez topyekun savasla tehdit ettiler. Butun kolonilerine (dunya nufusunun ceyregi) asker yollamalarini emrettiler, Yeni Zelanda haricinde kimse kabul etmedi, savasmaktan bikmislardi. Savasin kapida oldugunu ve isin tatsizlasacagini goren Italyan ve Fransizlar Istanbul' u terk ettiler ve Ingilizler ile Turkleri yalniz baslarina biraktilar. Yunanlarin ordusu olmasina ragmen ne direnci ne de siyasi butunlugu kalmisti, o yuzden Trakya' da isterlerse yarim milyon Yunan askeri olsun, hicbir ise yaramazdi. Turk Ordusu Canakkale sinirinda idi, sehri kusatmak uzereydi. Britanya Imparatorlugu Hukumeti Basbakani Lloyd George ve 2. Dunya Savasi' nin kahramani Winston Churchill Turkiye' ye savas ilan edilmesi karari aldilar, kolonilerden olumsuz cevap geldigi gizlenmesine ragmen ayyuka cikinca Britanya meclisinde kargasa cikti, savas kararini bu sebeple meclisten geciremediler. 23 Eylul' de. yani cay partisinden sadece yaklasik 30 gun, Baskumandan Meydan Muharebesi' nin baslangicindan sadece 27 gun sonra Istanbul Turklerin olmus idi, pratik manada isgal sona ermis idi. Batililar buna Chanak Crisis (Canakkale Krizi) demislerdir. Nihayet 11 Ekim 1922' de Mudanya Ateskes Anlasmasi imzalandi. 8 gun sonra Lloyd George hukumeti bu krizden dolayi guven kaybina ugrayarak dustu, Lloyd George bir daha asla siyasete devam edemedi. Mudanya imzalanana kadar Yunanistan buyuk bir korku icindeydi, cunku ordusu paramparca ve istese Turk Ordusu Selanik' i geri alarak 1. Dunya Savasi' ni bir baska buyuk zaferle bitirebilirdi. Turkiye bunu yapmadi, bunu yapmamasini da Lozan Anlasmasi gorusmelerinde belki 200 kez dile getirdi. Yunanistan' in Ankara hukumeti tarafindan paramparca edilme tehdidi Lozan gorusmeleri boyunca Britanya temsilcisi Lord Curzon' u hep tedirgin etti. Gerizekali Britanyalilar Lozan' a bas temsilci olarak, Sevr Anlasmasi' ni Osmanli devletine imzalattiran Lord Curzon' u tayin ederek Turkleri korkutabileceklerini ve Curzon sayesinde Britanya' nin prestijini masada geri kazanabilecegini zannettiler. Fakat bu oyun Britanya' da oynanmiyordu, Turk topraklarini koruyan Turk askeri, savas yorgunu Britanyalilari hazir kita olarak bekliyordu. Onlar kurt bir siyasetci gonderirken biz de muzaffer komutanlarimizi gondermistik, en basinda da ulkenin makus talihini yenen Ismet Pasa Hazretleri olmak uzere. Lozan gorusmeleri cok uzun ve cok cetrefilli gecti, hatta Turk delegasyonu kapilutasyonlar noktasinda toplantiyi terk edip Ankara' ya dondu. Ikinci Lozan gorusmeleri sonunda nihayet Turk tarafinin temel tezleri kabul edildi, kabul edilmeyenler de cozumsuz birakildi. Lozan 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalandi. 

Ataturk, Turk Ordusu ve Turk Milleti' nin elinden gelen buydu. Elimizden gelen Turk Milleti' nin tarih sahnesinden tamamen silinmesine karsi direnisi kurmak, duzenli orduyu olusturmak, isgali durdurmak, yedi duveli kovmak, kovulduklarini yedi duvele onaylatmak ve Turk bagimsizligini dunyaya duyurmak idi. Lozan imzalandiginda sonuncusu haric hepsi basarilmisti, iste sonuncusu 29 Ekim 1923 Cumhuriyet' in ilanidir. Turkiye Cumhuriyeti' nin kurulusu efsanevi bir gercekliktir, kan ve kahramanlikla yazilan bir gerceklik. Hepimizin 29 Ekim Cumhuriyet Bayrami kutlu olsun!  




7 Aralık 2018 Cuma

Ceviz Ağacı Şiirinin En Gerçek Hikayesi

Ceviz ağacı şiiriyle ilgili şöyle bir hikaye anlatılmakta.

Nazım Hikmet, kaçak ve polis tarafından aranıldığı günlerde sevgilisi Piraye’yle buluşmak ister. Bu sebeple de güvendiği bir arkadaşıyla haber ulaştırır Piraye’ye. Fakat meğer, Hikmet’in arkadaşı sandığı gibi güvenilir değildir. Öyle ki, bu arkadaş polislere ”Nazım Gülhane Parkı’nda, en ulu ceviz ağacının altında olacak” , ”tam 12’de” diye haber uçurur.
Gelgelelim buluşma günü gelip çatar, Piraye’nin hasretiyle yanan Nazım Gülhane Parkı’na gelir. Gelir gelmesine de, her yer polis kaynamaktadır. Derken polislere görünmemek için meşhur ”ceviz ağacı”na tırmanıverir. Nazım ağacın tepesindeyken, sevgilisi Piraye ceviz ağacının altında belirir ve kendisini beklemeye başlar. Polislerse uzaktan Piraye’yi gözetlemekte, Nazım’ın onun yanına gelmesini beklemektedir.
Polisler bir köşede, Piraye ağacın altında, Nazım ağacın tepesinde… Herkes birbirini beklemektedir. Bizim şair ne ağaçtan inebilir ne de sesini duyurabilir sevdasına. Ve çaresiz çıkarıp kağıdını kalemini, şunları, o meşhur şiirini yazar
Bu tamamen uydurmadır. İlk okuduğumda da zaten saçma gelmişti fakat bu uydurma hikaye almış başını gitmiş vaziyette. Çünkü, Piraye ile sevgili oldukları dönem 1930-1935 arasıdır, 1935' te de nihayet evlenmişlerdir. Halbuki Nazım, 1957 yılında yazmış bu şiiri. Eğer şiiri o vakitler yarım bıraktıysa, 1938-1950 arası 13 sene hapisteyken aklına gelmemiş de 22 sene sonra mı tamamlamak aklına gelmiş? Aklıma hiç mi hiç yatmıyor.

Öte yandan Gülhane Parkı' nda 1 tane bile ceviz ağacı yok.

Bu şiirin nerede yazıldığı da bolca çarpıtılmış. Belçika demişler, halbuki Nazım bu şiirin altına okunur şekilde 1 Temmuz 1957, Balçik imzasını atmıştır. Şiirlerini hep böyle imzalar Nazım, tarih ve şehir ekler. Balçik kasabası, Varna-Dobruca civarlarında bir kasaba.

Nazım Bulgaristan' da uzun süreler kalmıştır. Varna, vapurları usulcacık okşadığı yerdir Nazım' ın, daha nice memleket hasreti şiiri yazmıştır Nazım burada (Vapur, Memet, Bor Oteli, Mavi Liman, Ceviz Ağacı, Sofra, Yeşil Biber vb.). Nazım adeta delirmiş gibi memleket hasreti temalı şiirler yazmıştır burada, doyamamış ve kendinden taşmıştır.

Ceviz Ağacı şiirinin memleket hasretinden başka bir şey olmadığını iddia etmek için bazı mantıklı açıklamalar yapmak lazım. Nazım 50'li yılların sonunda Bakü 'de bir konuşma yapar, elimizdeki en kaliteli Nazım Hikmet görüntülerinden biri o videodur. Youtube' da bulabilirsiniz (https://www.youtube.com/watch?v=dVBVptA3JkY). Verdiğim linkin 51. saniyesinde gösterdiği dergide 1958 yazmaktadır. Kiril alfabesiyle Azerbaycan Türkçesi' ne çeviriyi de hesaba katarsak, bir şiirin yazıldığı andan itibaren duyulması-yayılması-basılması-çevrilmesi işleminin 1 yıldan fazla sürmesi gayet olağandır. Ceviz Ağacı' nı okumadan önce "yine memleketim üzerine söylenmiştir (08.04.1958 tarihinde yazılmıştır)" adlı şiirini okumuştur, fakat videoda bu şiiri ezberden mi yoksa kitaptan mı okuduğu anlaşılamamaktadır. Dolayısıyla bu bilgi bize detaylı yorum yapma imkanı tanımıyor. Fakat Ceviz Ağacı şiirini kesinlikle dergiden okuyor. Aynı videoda bu derginin 9. sayısında basıldığını söylüyor Nazım Hikmet. Derginin kalın olması itibariyle, en iyi ihtimalle aylık çıkarıldığını düşünüyorum, böyle bir ürün 1 ayda ancak ortaya konulabilir yani 9. sayı Eylül sayısı olsa gerek. Derginin kenarlarının kırışmış olmasını da hesaba katarak Nazım' ın en iyi ihtimalle 1958 yılının sonunda veya sonrasında Bakü' ye bu toplantı için gitmiş olması lazım. Bu toplantıda da Azerbaycanlı dostlarla tabii ki memleket hasreti üzerine konuşur, şiirler okur. Dolayısıyla bu videoda okuduğu şiirlerin bir seçki halinde memleket hasretini ifade ettiğini düşünmemiz garip kaçmaz. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde bu videoda okuduğu ilk şiir `yine memleketim üzerine söylenmiştir` iken, ikincisinin memleket hasretiyle ilişkili olması mantığa uyar. İkinci şiir de "Ceviz Ağacı" dır.

Benim bu şiirin anlamı-çözümlemesiyle ilgili fikrim ise şu şekildedir:
Şair, liman kenti Balçik' te memleket hasretiyle gamlanır iken birden İstanbul' da olduğunu düşler, o esnada fiziken nerede olduğu pek önemli değildir. O kendince İstanbul' dadır. Ve kendini yakıştırdığı yer olarak Gülhane Parkı' nı seçmiştir. Gülhane Parkı' na da bir ceviz ağacı olmak yaraşır. Eğer ağaç olursa hem İstanbul hasretini giderecek, hem de polisten yana bir kaygı duymayacak. Gülhane Parkı' ndaki cevizde İstanbul' u, memleket hasretini ve kendi özgürlüğünü bulmuştur Nazım. Haydi, şiiri bir kere de bu duygularla okuyun:

Başım köpük köpük bulut, içim dışım deniz, 
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda, 
Budak budak, şerham şerham ihtiyar bir ceviz. 
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında. 

Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda. 
Yapraklarım suda balık gibi kıvıl kıvıl. 
Yapraklarım ipek mendil gibi tiril tiril, 
Koparıver, gözlerinin, gülüm, yaşını sil. 
Yapraklarım ellerimdir, tam yüz bin elim var. 
Yüz bin elle dokunurum sana, İstanbul'a. 
Yapraklarım gözlerimdir, şaşarak bakarım. 
Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul'u. 
Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım. 

Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda. 
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.
Balçik - 01.07.1957

Son olarak belirtmek gerekir ki,
Uydurmaya bayılıyoruz, bu çok kötü bir milli huy. Uydurduğumuz hikayeler bilinmeyen olayları açıklama güdüsünden kaynaklandığı için, en akla yatmayan ve en pespaye olanlar. Halbuki bilinmeyene erişmek için araştırma yapmak tek yoldur. Fikrimce çoğu zaman bir yanlışı düzeltmek yeni bir doğru ortaya koymaktan daha zor oluyor, fakat birileri yanlışları düzeltmeli.

Sevgiler.
07.12.2018, New Haven






8 Ekim 2018 Pazartesi

10 adımda eğitim nasıl bulunur? (1 Yıllık Plan)

Ülkemizin eğitim kadar temel bir probleminin olması üzücü. 2002' den önce "eksikleri giderilebilir" noktada olan eğitimin 16 yılda sıfır noktasına gelmesi daha da üzücü. Sorunlara odaklanmak sorunu  çözmediği için çözüme yönelik önerilerimi söyleyeceğim.

İlk maddeler gerekli şartları içermekle beraber aşağı yukarı şöyle bir yol haritası izlenebilir (parantez içinde gerekli süreyi tahmin etmeye çalıştım):

1) Eğitim işi maalesef ancak MEB+Cumhurbaşkanı yönetiminde çözülebilir.

2) Gerekli maddi destek sınırsızca sağlanmalı.

3) Eğitimin düzelmesi için tepeden tırnağa eğitimin düzelmesini istememiz lazım. İktidar, niyetini sözle ifade etmekle yetinmeyip her türlü manevi desteği vermeli.

4) Çözüm üretmeden önce çözümlerin uygulanacağı konusunda söz alınması lazım. Çözüm ne olursa olsun cayma yok!

5) Bakanlık bünyesinde 1 yıl süreli "Eğitimi Bulma Olağanüstü Birimi" (EBOB) oluşturulmalı ve bakanlıkta her kademedeki en iyi kişiler seçilmeli ve bu olağanüstü kriz grubu oluşturulmalı. Bu grup faaliyetlerinde her türlü atama, görevde yükseltme, soruşturma, kovuşturma gibi bozucu etkilerden arındırılmalı. Faaliyetlerini gerçekleştirirken her türlü bilgiye erişimi sağlanmalı. Bu birim gerekli yapılanmasını oluşturmalı ve iş planını hazırlamalı. (2 ay)

6) Bu birim ülke çapında faaliyet gösteren tüm kaliteli eğitimcilerin listesini çıkarmalı. Çözümlerin tespiti üzerine yalnızca eğitim konusunda faaliyet göstermiş "gerçek uzmanlardan" (GU) kapsamlı raporlar alınmalı. Seçilen eğitimcilerin bütün görevlerine ara vermesi sağlanıp bu işe konsantre olmaları istenmeli. (2 ay)

7) Raporlardaki önerilere göre 4-5 adet eğitimi bulma senaryosu oluşturulmalı. Bu senaryolarda adım adım hangi aşamaların uygulanacağı ayrıntılı biçimde yazmalı. (3 ay)

8) Bu senaryolar "gerçek uzmanlara" (GU) postalanmalı ve onlardan geri bildirim toplanmalı. (1 ay)

9) Raporlar geri bildirimleri göz önünde bulundurarak güncellenmeli ve her bir senaryo için GU' lar toplantıya çağrılmalı. GU' lardan her bir senaryo için projeksiyon yapmaları ve genel-özel tartışmalar yapmaları istenmeli ve raporlar oluşturulmalı. En sonunda ise her bir simülasyon puanlanmalı. (3 ay)

10) En yüksek puanı alan 2 senaryo eğitime alaka duyan fakat profesyonel düzeyde çalışma yapmamış insanlara (toplam 500-1000 kişi) ayrı seanslarda sunulmalı. Bu iki senaryo ayrıntılı  tartışılmalı ve raporlar oluşturulmalı. 3. toplantıda katılımcılardan oylama yapması istenmeli ve en yüksek puanı alan senaryo uygulamaya koyulmalı. Diğer senaryo ise B planı olarak tutulmalı. (1 ay)

Daha iyi bir fikri olan varsa söylesin.

8 Ekim 2018 (Yale)







5 Ekim 2018 Cuma

"Bulma" Konferansı ve Eğitim Sisteminin Gerçek Sorunu

Eğitim konusunda çok düşünüp az söylemek gerek. Önce teşhis;

1) Ülkemizde eğitim berbat durumda.
2) Düzeltilmesi çok zor.
3) Düzeltmek için kimse çalışmıyor.

Teşhis konusunda sayın bakan aynı şeyleri düşünüyor ise hemfikir bile olabiliriz. Yeni bakanın "bulma" konferansı hiçbir şeyi çözmüyor ve çözmemeye devam edecek. Çünkü çözüme odaklı olduklarını iddia etseler de, hala soruna odaklılar, çözüme değil.

Eğitim gibi temel bir şeyi hala arıyorsak öncelikle bundan utanmalıyız. "Bulma" konferansına eğitim konusunda yetkin kişilerin yalnızca birkaçı çağrılmış olsa da bu kişiler aşırı derecede azınlıktaydı.

Özgür Demirtaş, Bilge Demirköz, Sinan Canan, Hikmet Karaman vb. hiçbiri eğitim uzmanı değil. Mehmet Fatih Kaçır, Şeref Oğuz, atanmış rektörler, Kerem Alkin, Enis Doko, Erol Göka, Emrehan Halıcı, Savaş Barkçin, Ümit Meriç, Esra Albayrak, Mim Kemal Öke, Kemal Sayar, Yusuf Baran, Şeref Ateş, Ercan Altuğ Yılmaz, Mikdat Kadıoğlu vb.

"Eğitimde kıyameti koparacaklar!" diye bize sunulan ekip bu. Çoğunun meşgaleleri farklı, eğitim üzerine ancak kahvehanedeki okeyci amcalar kadar sağlam fikirleri var. O halde neden oradalar? "Bu ekibin önemli bir kısmı zaten mütemadiyen orada-burada buluşuyor, bir sefer de eğitim adı altında buluşmuşlar, çok mu?" demiş olabilirsiniz. Twitter' dan katılımcıların neredeyse hepsinin fotoğraflarını görebildik. Gelenlerin hiçbirinin elinde bir tek çanta, klasör, döküman göremedim. Boş gelmişler böyle "önemli" bir toplantıya. Beklentinin ve farkındalığın ne seviyede olduğunu buradan bile anlayabilirsiniz.

Dersine çalışıp gelenler de vardı, ama görün ki ne çalışma! Adı Eğitim Bir-Sen. 36 sayfalık döküman hazırlamışlar. "Bulma" konferansıyla ilgili okuyacak başka bir şey olmadığı için baştan sona okudum. Tam bir Hezeyan-Sen. Bu sarı sendika, bilim temelli bir eğitim verilmesine kökten karşı. Değer-Ahlak-Din-Etik dörtgeni bizi kurtaracakmış. Cumhuriyet dönemi eğitim sistemi baştan aşağı yanlış demek istiyorlar. Mevcut sistem öğretmenlere tartışmalı teoriyi öğretiyormuş. Onlara göre imam hatipleri kurtarmanın tek yolu ise geleni geçeni imam hatiplere zorla yollamak imiş. "Katılmıyorum kendilerine" diyerek kibarlık etmeyeceğim. Söyledikleri her şey baştan başa saçmalık!

Öğretmenlere ise bir dokun, bin ah işit. Çoğu atanamamaktan şikayetçi, kiminde karı-koca ayrı, kimisi de haklı olarak Almanca dersine Almanca bilen bir öğretmenin girmesini istiyor. Aslında bütün bu sorunların temeli nedir biliyor musunuz?

Ülkemizde hiçbir alanda özgürlüğün olmayışı.

Okullar özgür yapılar olmalı. Öğretmen müdürün baskısını, öğrenci öğretmenin baskısını, müdür ise milli eğitim müdürlüğünün baskısını hissetmeden geniş şekilde faaliyet göstermeli. Biz insanlara neleri yapmaları gerektiğini değil, istediklerini yapabileceklerini öğütlemeliyiz. Esnek müfredat ve çalışma saatleri bile öğretmenlerin güvenini yerine getirmeye yeter. Kendine güvenen öğretmen, faydalı öğretmendir.

"Bulma" konferansı en temel haklarımızı bile bulabilecek bir kompozisyonda değil. Bu yazıyı yazmak ve yayınlamak için 1 ay bekledim. MEB eğitimi "bulma" sempozyumunu yapalı 1 ay oldu, ortada hiçbir şey yok. Fakat üzgünüm görünen o ki, elimiz ve zihnimizdekiler de kaybolup gidecek!

Ne dersiniz?


5 Ekim 2018, Yale.