Bu yazıya ilham olan yazar Douglas Adams’ı henüz ikinci yazımda yeniden anmak
istiyorum. “The Restaurant at the End of the Universe, Evrenin Ucundaki
Restoran” adlı kitapta kahramanlarımız kıyamet kopmadan yarım saat önce evrenin
tam ucunda bulunan bir restorana giderler ve bir masaya otururlar. Bu restoran
ilk bakışta normal bir restoran gibidir. Garson siparişleri almaya gelir ve menünün
biraz sonra onlarla tanışmak için geleceğini söyler. Kahramanlarımız
birbirlerine bakar, meseleyi anlamaz. Bu esnada kapı açılır ve parlak tüyleri
olan sağlıklı bir sığır içeri girip masaya yaklaşır.
“Merhabalar, sizin bugünkü menünüz benim.”
Bizimkiler durumu yine anlamaz, neyi kastettiğini sorarlar sığıra, bir
sığırın konuşabilmesine hayret etmemişçesine. Sığır der ki:
“Efendim, bugün beni ana yemek olarak yiyeceksiniz, kendimi aylardır buna
hazırlıyorum. Neremi yemek istersiniz? Şefim benden harika bir kontrfile ve
antrikot hazırlayacak. N’olur yanak ve dudaklarımın da tadına bakın, omzumdaki
etlerin leziz olması için bana sunulan bütün özel yemleri yedim.”
Kahramanlar bu fikri beğenerek az pişmiş sulu bir biftek sipariş ederler
ama yine de neden kendinin yenmesini istediğini sığıra sorarlar, sığır:
“Bitkilerin bir dili olduğu keşfedildi ve anlaşıldı ki onlar aslında
insanlarca tüketilmemeyi tercih ediyorlar. Bu duruma veganlar önce çok üzüldü,
sonra da aç kaldılar. Kimsenin aç kalmasına razı olmayan bilim insanlarımız
buna bir çözüm bulmak için bizi geliştirdiler, yani başkaları tarafından
yenilmeyi isteyen ve bunu açık ve net şekilde müşteriye ifade edebilen
hayvanlar. Artık veganlar gönül rahatlığıyla et yiyebiliyor! Hatta adlarını
bile değiştirdiler, sadece yenilmeye rıza göstereni yiyen anlamına gelen konsentivoryan diyorlar artık
kendilerine.”
“O halde ben en iyisi mutfağa gideyim ve şefim beni kesip hazırlamaya
başlasın, yumuşacık olduğumdan hemen pişerim. Umarım afiyet olurum size!”
Bu garip hikâye bana et yerine yenebilecek şeylerle ilgili bir yazı yazmam
gerektiğini hatırlattı. Yazıyı ikiye böldüm. İlk kısım “et alternatifi” olacak.
Eğer fleksitaryen (ara sıra et yiyen et tasarrufçuları, yani Türkiye’nin
yüzde 90’ı) gibi kısmi vejetaryenlikleri ve etsiz Pazartesi ve sebzeli Cuma
gibi etkinlikleri hesaba katmazsak, “et alternatifi” deyince akla ilk gelen şey
et tüketmemektir, yani vejetaryenliktir. Vejetaryenler 4 ana gruba ayrılır. Bir
grup süt içmez, yumurta yer; diğer grup süt içer yumurta yemez. Üçüncü grup her
ikisini de tüketirken son gruba vegan denir. Vegan hayvansal bir ürün tüketmez.
İşin eğlenceli kısmı veganlık, haydi o halde veganlığı kademe kademe
inceleyelim.
Veganlığın bir sınırı olmadığını söylemek mümkün, hatta bu durum
yiyeceklerin de ötesine geçmiştir ve bir yaşam biçimi hâlini almıştır. Mesela
çoğu vegan deri, ipek ve kürk içeren ürünleri kullanmaz. Bazısı da hayvanlar
üzerinde deney yapıldığını düşündüğü bir parfümü vücuduna sıkmaz. Bir kısım
vegan, arıların peteklere yerleştirdiği bal arılardan çalınmış olduğu için bal
dahi tüketmez, diğerleri ise bu işi bir sonraki noktaya taşıyarak üretim
bandından çıkmış herhangi bir işlenmiş ürün tüketmez, üretim esnasında
kullanılan makinelerin üretiminde hayvanlara zarar verilmiş olma ihtimali var
diye. Bir sonraki aşamaya geçelim mi? Bir sonraki aşama da mı var? Haydi!
Çiğcil veganlık (İng. raw veganism) denen akımda hiçbir şey 50 derecenin
üzerine çıkacak kadar ısıtılmaz, bunun yanında yavaş pişirme veya doğal pişirme
yöntemleri ile beslenen çiğcil veganlar da vardır. Kimi çiğcil veganlar ise
yalnızca meyve, yalnızca sebze veya onların çekirdekleri ile beslenir. Meyve
suyu veganları da vardır, nadiren katı bir gıda tüketirler. Bitki filizi
veganları bile vardır, bitki filizlerinin besin bakımından daha yoğun olduğunu
düşündükleri için yetişkin bir bitkiyi bile tüketmezler, ki bu yanlış bir
düşüncedir. Bazı çiğcil meyve veganları
doğaya zarar vermiş hissetmemek adına dalından kendi kendine düşmeyen hiçbir
meyveyi yemez, dalında çürüyecek hale gelse bile. Ne garip ama, değil mi? Her
şeyi önceden bildiği iddia edilen Simpsons dizisinde veganizmle dalga geçmek
için “gölgesi olan herhangi bir şeyi yemeyen” 5. seviye veganlar benzetmesi
yapılmıştı. Saydıklarıma bakılırsa bu espri gerçeklerden pek de uzak olmasa
gerek.
Peki neden vejetaryen veya vegan olur insan? Veganların dini yasaklar
harici 3 başlıca sebebi var, veganlar ilk ortaya çıktıklarında öncelikle
hayvanların canı alındığı için et yemek istemiyorlardı, bu bir nevi hayvan
hakları savunuculuğu idi. Fakat sonra mesele bir miktar evrildi ve bir grup etin
içerdiği katı yağlar sebebiyle insan sağlığına zararlı olduğunu düşünürken, bir
başka grup ise et üretiminin çevreye zarar verdiği görüşünü benimsedi. Fakat
veganlığın bugün için bir yaşam biçimi olduğunu ve bir zamanlar hippiliğin
gördüğü muameleyi şu anda veganların gördüğünü söylemek mümkün. Bunun bir
kanıtı olarak veganların büyük çoğunluğunun yaptığı meditasyon, müzik ve
duaları örnek göstermek mümkün, çoğu Hint kökenli bu ritüellerin. Bazı sıra
dışı veganlar ise doğan veya batan Güneş’e saatlerce bakarak kozmik gıdalarını
alma veya kendi idrarını içme gibi uçuk ve bilim karşıtı ritüelleri
uygulamakta.
Bu durum bitkilerden insanlara ağız yoluyla bazı genlerin aktarımının
mümkün olabileceğini ortaya koyuyor olabilir, çünkü bu sıra dışı veganlar çiğ
bitkileri tüketmekten dolayı sonunda fotosentez yapmayı kafalarına koymuş görünüyorlar.
Nefes alarak karbondioksit biriktirmeyi denemek neyse ama topraktan vitamin ve
mineralleri emmek için herhalde biraz kök salmak lazım. Şaka bir yana, uç veganlık
pratikleri safsatalar ile sinerjik davranmaya epey yatkın. Moda diyet (İng. fad
diet) denen (şalgam suyu diyeti vb.) geçici diyetlerin önemli bir kısmının da
veganlarca ortaya atıldığını ifade etmeden geçemem.
Veganizm ideolojisine genel olarak baktığımızda, “doğaya tapma” veya
“kendini doğaya yük görme, sonsuz bir sorumluluk hissetme” adında bir “New Age”
tipi spiritüel bir inanışın ortaya çıktığını söylemek bile mümkün. Her türlü
medyadan uzak durma, basılı gazete ve dergi bile okumama gibi uygulamaları var
bu inanışların. Veganlığın bu sonsuz kademelerini herhangi bir şekilde
sapkınlık olarak görmemenizi rica ediyorum çünkü, gelişmiş ülkelerin arayışta
olmaktan vazgeçmeyen yalnız insanlarının çare olarak gördüğü şeyleri kötülemek,
onları anlamak ve iletişim kurmanın en iyi yolu değil. Ama biz yazımızın
bilgilendirici olduğu kadar eğlenceli de olmasını istediğimizden kendileriyle
biraz dalga geçiyoruz, ama sadece yapılan şeyler mantık sınırlarını zorladığı
anda.
Biz veganların iddialarına geri dönelim ve onları inceleyelim. Vegan
beslenmenin çevreye olan zararı azalttığı görüşü doğru. Bunun çok temel bir
sebebi var, normalde bitkiyi tüketen bir sığır, onu zaman içerisinde ete ve
yağa dönüştürüyor. Bu esnada hayvanın bünyesinde sayısız biyokimyasal reaksiyon
meydana geliyor. Yan ürünler ve atıklar meydana geliyor, örneğin hayvan çok
ciddi seviyelerde gaz çıkarıyor. Bu o kadar ciddi bir seviye ki Yeşil Barış
Örgütü’nün (Greenpeace) raporuna göre Avrupa Birliği’ndeki çiftlik
hayvanlarının çıkardığı karbondioksit yine AB’deki şahıslara ait araçların
yaydığı karbondioksitten daha fazla.
Takdir edersiniz ki bir sığırın tek görevi et miktarını artırmak değildir,
aynı bizim gibi canlılığın gerektirdiği tüm işlevleri yerine getirir.
Çiftleşirler, doğururlar, yavrularına bakarlar, uyurlar, tehlikelerden
kaçarlar. Tüm vücut bu işlevlerin yerine getirilmesi için zaman, enerji harcar,
bunu sağlayan organlar ve yolaklar vardır. Bütün bunlar et sanayi için aslında
bir yan üründür ve doğadaki dönüşüm verimliliğini düşürür. Bu verim öyle
düşüktür ki yalnızca %15 civarındadır. Yani hayvana iletilen 100 birim
enerjinin yalnızca yaklaşık 15 birimi ete ve yağa dönüşür. Kalan 85 birimi ise ısı
veya organik madde olarak açığa çıkar ve kasaplarca kıymaya, sucuğa, salam ve
sosise katılır, kasapları üzüyorsam üzgünüm. Dolayısıyla eğer siz vegan
beslenirseniz, bitkiyi araya bir başka canlı koymaksızın doğrudan tüketiyorsunuz,
bu yan ürünlerle verimi düşürmüyor ve doğayı daha az kirletmiş oluyorsunuz.
Fakat et tüketen diğer canlıların (karnivor, etçil) sorumlu davranmasını
gerektirecek bir şey yok. Yani büyük balık küçük balığı yerken doğayı daha çok
kirletmiş olmuyor, hayatta kalmış oluyor. Peki biz de aslan ve balıklar gibi et
tüketen bir canlı mıyız? Evrimleştiğimiz andan beri öyleyiz. Ama bu tanımlar
modern dünyada değişebiliyor mu? Bu da “modern” kelimesinden ne anladığımıza
bağlı.
Peki hayvancılıktan arındırılmış bir tarım her şeyin çözümü mü? Hayvancılık
için yapılmayan tarım hayvanlara hiçbir zarar vermez mi?
Henüz onları tüketme evresine gelmemiş olsak da böcekler hayvandır,
omurgasız hayvan sınıfından. Evini basan karıncaları ve hamamböceklerini
gördüğü yerde öldüren, sivrisinekler ve karasinekler için kovucu veya öldürücü
sprey kullanan, evine aldığı bitkilerin içinden çıkan kurt gibi şeyleri bilerek
veya bilmeyerek yiyen bir vegan, kendiyle çelişiyor mu? Doğa Hayvanları
İnisiyatifi’nin (Wild Animal Initiative) 2019 raporuna göre pestisit (böcek
ilacı) kullanımı sonucu dönüm başına yıllık yaklaşık 10 milyon adet böcek yok
ediliyor. Metrekare başına yılda 10 bin böcek demek bu, böceklerin tanesini ortalama
100 miligram olarak kabul etsek dönüm başına yılda 1 ton böcek demek ayrıca. Eğer
bu böceklerin her birini ayrı bireyler olarak kabul edersek, et yiyen birinin
bir vegandan farkı dönüm başına yılda 10 milyondan birkaç fazla hayvan
katledilmesine müsaade etmesi değil mi? Peki o böceklerin meyve ve sebze yeme
hakları yok mu? Dünyayı paylaşmak zorunda değil miyiz böceklerle? Veya
böcekleri öldürürken onların daha insancıl yöntemlerle öldürülmesini mi
savunacağız? Tamam kabul ediyorum, şimdi de ben saçmaladım.
Kalıcı veganlığın daha sağlıklı olduğunu iddia etmek pek mümkün değil. Uzun
süreli vegan beslenmek depresyon, hipotiroidi, osteoporoz (kemik erimesi) ve
kemik zayıflaması, anemi, egzama ve saç dökülmesine yol açıyor. Vegan beslenmek
kabızlık ve şişkinliğe sebep oluyor, sindirim sisteminde biriken gazı atmak ise
işkenceye dönüşüyor. Vegan beslenmeden dolayı bilinç kararması ve yorgunluk ise
neredeyse garanti. Çocuklar vegan beslenirse bu şikayetler daha yoğun
görülüyor. Vitamin ve mineraller konusu ise atlatılmaması gereken bir nokta.
Mesela B12 vitamini bağırsak bakterileri tarafından hayvanların sindirim
sisteminde doğrudan üretiliyor ve tüm dokulara taşınıyor. Bitkiler bu vitamini
neredeyse hiç üretmiyor. B12 eksikliği ise birçok temel işlevin yerine
getirilmesini engelliyor; özellikle beyinde kalıcı hasarlara yol açıyor. Hap
şeklinde alınan B12 takviyeleri ise besinlerden sindirim sonucu açığa çıkan B12
kadar iyi emilip işlev göremiyor ve feci bir gaz ve kabızlık yapıyor.
Veganların çoğunlukla karşılaştığı mineral eksikliği ise kalsiyum. Kalsiyumun
kemiklerin güçlenmesi için ne kadar önemli olduğunu söylememe gerek yok
sanırım. Demir yoksunluğu olduğunda ise bu durum vegan diyeti mahvediyor, Temel
Reis’in ıspanağındaki demir ise hem demir bakımından zengin değil hem de
bağırsaklardan iyi emilemiyor.
Peki kuzenlerimiz olan goriller neredeyse tamamen vegan beslenmelerine
rağmen nasıl bu kadar kaslı ve güçlü oluyorlar? Çünkü günlerinin neredeyse
tamamını ot yiyerek geçiriyorlar ve sindirim sistemleri buna uygun şekilde
değişime uğramış. Ve bu sayede bitkilerde az bulunan bazı hayati besinleri
onlara yetecek kadar biriktirebiliyorlar. Kabaca bir hesapla insanlar eğer
günlük 5-6 kg bitki tüketebilseydi o zaman vegan beslenmek önemli ölçüde
problem olmaktan çıkacaktı. Fakat aklı başında kimse günlük 5-6 kg bitki tüketemez.
Bana soracak olursanız; ben vegan da beslenmiyorum, vegan bireylerle de beslenmiyorum.
Maksadım her iki tarafın görüşlerini aktarmak.
Peki, “et alternatifi” kavramını tartıştık, şimdi kelimelerin yerlerini
değiştirip “alternatif et” diyelim. Eğer böcek gibi alternatif protein
kaynaklarını başka bir yazının konusu olarak görürsek, alternatif eti ikiye
ayırabiliriz. İlki bitki bazlı et taklidi ürünler.
“Beyond Meat” ve “Impossible Food” adlı iki şirket bitki bazlı et taklidi
ürün piyasasını domine ediyor ABD’de. Her ikisinin de tadına baktım, bir
bitkiye göre oldukça lezzetliler. Fakat sonuçta etin yerini alan şey soya
proteini ve hayvansal yağın yerini alan şey ise Ayçiçek ve Hindistan cevizi
yağı. Sağlıklı olup olmadıklarının kararını vermek çeşitli sebeplerle kolay
değil. Şunu da not etmek gerekir ki, “Impossible Food” firması kana rengini
veren hemoglobini üretmek için genetiği değiştirilmiş bakteri kullandığından
(leghemoglobin) bu ürünün Türkiye’ye girişi biyogüvenlik yasası gereği mümkün
değil. İnanın bana gerçekten mümkün değil, sizi kimse kandırmıyor, gece gündüz
GDO’lu gıdalarla beslenmiyorsunuz. Sonuç olarak bitki bazlı etleri konforlu bir
şekilde yapay et olarak sınıflandırmak doğru olur. Bu arada evet, bilerek ve
isteyerek ABD’de iken GDO’lu ürün tükettim ve tesadüf eseri hala hayattayım.
İnsan bazen gerçekten hayret ediyor!
Bunun yanı sıra tam olarak yapay et olarak sınıflandıramayacağımız ve
hayvandan elde edilen ama hayvanın katledilmesi sonucu elde edilmeyen
fütüristik bir et çeşidi var. Kültür eti veya laboratuvar eti olarak
adlandırılan bu et gerçekten hayvanların ta kendisinden elde ediliyor. Biyopsi
ile elde edilen kök hücreleri 3 boyutlu steril kazanlarda besi yeri ortamı ve
büyüme faktörleri ile çalkalayarak elde edilen bir et çeşidi. İçinde portakal
tanecikleri olan bir portakal suyunu çalkaladığınızı ve taneciklerin sayısının
bunun sonucunda her an arttığını düşünün, buna çok benzer bir büyüme meydana
geliyor o steril tanklarda. Burada hayvanlar nasıl beslenerek gelişiyor ve kilo
alıyorsa, benzer şekilde kazanlardaki kök hücreler de besleniyor ve sayısını
artırıyor. Büyüme tamamlanınca bu hücreler tanklardan bir çökelti halinde
toplanıp görmek istediğimiz kas dokusu benzeri bir yapıyı oluşturması için
çeşitli biyolojik uyaranlarla uyarılıyor. Oluşan dokular kasa benzediğinde ve
bıçakla kesilebilecek kadar sıkılaştığında şekil verilip tüketime hazır hale
geliyor.
Bir hayvanın ticari açıdan kesilebilir hale gelmesi yaklaşık 2 yıl sürerken
bir hamburgerlik kültür eti yalnızca 2 haftada üretilebiliyor. Kültür eti ile
daha az su kullanımı ve kirlenmesi, daha az ekilebilir arazi kullanımı ve daha
az sera gazının ortaya çıkacağı ortada, bu sayede ekilebilir araziye
dönüştürülen orman arazilerinin yeniden ıslahı, tarım ilacı kullanımının
azalması, ormanın iyileşmesi ve biyoçeşitliliğin artması ise bunun doğal
sonuçları. Et sanayi tarafından hayvanlara nasıl davranıldığı ve bu kötü geçen
hayatın sonucunun ölüm olduğu da herkesin malumu. Birçok din görevlisi “insana
faydalı olan, hayvanların ölmesini engelleyecek bir şey haram olamaz” fetvası
verdiğinden dini açıdan da bir engel şimdilik görünmüyor.
Kültür eti üretimi aşırı derecede az olduğundan piyasaya sürülmüş herhangi
bir ürün yok, fakat yapılmış bazı ön çalışmalar var. Ama unutmayın, henüz
raflara giren hiçbir ürün yok, birkaç yıl daha bu böyle devam edecek. Bütün
gayretlerin Ar&Ge
aşamasında olduğunu rahatça söyleyebiliriz. Şimdi bu ön çalışmalara bazı
örnekler verelim.
Amerika’da “Steakholder” adlı bir firma 3D yazıcı ile biftek taklidi
üretmeyi başardı, “Scifi Foods” adında başka bir firma ise hamburger üretiyor.
“Upside” adında başka bir firma ise porsiyon boyutlarında tavuk eti üreten ilk
firma oldu. “Finless Foods” adındaki firma ise balık eti üretiyor. “Good meat”
ve Upside’ın ürettiği etler geçtiğimiz ay Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi olan
FDA tarafından satış izni onaylandı. “Memphis Meat” adlı firma ördek eti
üretti. “Eat Just” adlı firmanın ürettiği etler Singapur’da bir restoranda tadımlık
olarak servis ediliyor bile. “Mosa Meat” gerekli yatırımların yapılması halinde
10 dolara 150 gramlık burger köftesi yapabileceğini duyurdu. “Aleph Farms” ise
gerçek bifteğe en yakın biftekler yapabildiğini iddia ediyor. Kanguru gibi
egzotik hayvanların etlerini üretmeyi hedefleyen firmalar var. Türk
girişimcilerin kurduğu “Biftek” veya “Beef Tech” adlı firma ise FBS adı verilen
büyüme serumunun hayvandan elde edilmeyen doğal ve ucuz alternatiflerini
üretiyor, kendilerini kutluyorum. FBS aynı zamanda etik bir tartışmanın
fitilini ateşleyebileceği için bu konuyu biraz açalım.
FBS bir büyüme faktörü serumu. Çok besleyici bir takviye ve bu sayede
kazanlardaki hücreler ölmeden yüksek yoğunluğa çıkabiliyorlar. Hücreler bir
dokunun içinde değilken ve tek başlarına bir sıvının içinde çıplak haldelerken
onları mutlu edebilecek ve ölmelerini engelleyecek çok az sayıda büyüme serumu
var, FBS açık ara en önde gelen serum. Fakat FBS’in litresi 400 dolar ve 1
litreden yalnızca 30-40 litre zengin besi yeri üretilebiliyor. Ve FBS kesime
gidecek hamile ineklerin ölecek fetüslerinin kanından elde ediliyor çünkü
yalnızca bu kan çok temiz ve büyüme faktörü bakımından çok zengin. İşte temel
mesele bu, yani kültür eti teknolojisi sığırların kesilmesini engellemek
istiyor ama temel besi yeri takviyesi ancak sığırlar kesilmesi gerektiğinde doğmamış
yavrularının kanından tedarik edilebiliyor ve çok pahalı. Çok yaman bir
çelişki!
Peki bundan kurtulmak için çabalamaya değer mi? Bundan kurtulmak mümkün mü?
İşte “Multus Media”, “Defined Bioscience”, “Agulos Biotech”, “Orf Genetics”, “Tiamat”,
“Future Fields” ve tabii Türk mali “Biftek” firmalarının amacı bu. Yani içinde hangi
besinin ne kadar olduğu iyi bilinen, besleyici, doğal, büyüme faktörü
bakımından zengin ve ucuz bir büyüme faktörü yaratmak için çabalıyorlar. Bu
şimdilik kısmen bile olsa ulaşılabilmiş bir hedef değil.
Diyelim hayallerdeki gibi bir FBS yapıldı, her şey harika değil mi? Hayır
değil, tabii ki değil. O halde moralinizi bozmak için şimdi işin olumsuz
yönlerinden bahsedelim. Şu anda kültür etini üretmek aşırı derecede maliyetli
ve talebi karşılamanın çok gerisinde, 150’den fazla yeni doğmuş (İng. start-up)
firmaya dünyada 3 milyar doların üzerinde yatırım yapılmış durumda olmasına
rağmen. Bu firmalar imkansızı başarma amacıyla oldukça riskli bir işe soyunmuş
durumdalar. 450 milyon dolarlık devasa bir tesis kurup 10 milyon kilogramlık
bir ürün üretilebileceği hesabı yapılmış ama ABD’nin yıllık et ihtiyacı toplam
45 milyar kilogram seviyesinde. Yani böyle bir yatırım bile ABD’nin ihtiyacının
on binde ikisine tekabül ediyor. Maliyet hesaplamaları ise aşırı derecede
iyimser yapılmış olabilir.
Bunun yanında hücreler çok hassas olduğundan sıcaklıktaki değişimlerden en
sert biçimde etkileniyor. Kazanların sıcaklığı her daim 37 Santigrat derecede
tutuluyor, çünkü hücrelerimizdeki enzimler vücut sıcaklığında çalışmaya
evrimleşmiş. Bu durum ciddi derecede enerji harcanmasına yol açıyor. Aynı
şekilde, besi yeri bileşenlerinin yüksek miktarlarda üretiminde harcanacak
kaynaklardan dolayı çevre için aslında hiç de iyi bir alternatif olmadığı
düşünülüyor. Yani maliyeti düşürmek için devasa tesisler kurulacak ama bu da
aslında çevreyi daha az kirletsin denen kültür etinin temel felsefesine zarar
verecek nitelikte. Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık durumuna gelmek
gayet olası.
Ayrıca hücre yetiştirmek için kullanılan tanklar kontaminasyona çok yatkın.
Kontaminasyonu kısaca yabancı bir hücrenin çoğalarak yetiştirdiğimiz temiz
örneği kirletmesi olarak tanımlayabiliriz. Örneğin bakteri kontaminasyonuna
uğrayan bir kültür asla ve asla et üretiminde kullanılamaz, çünkü bu onu
tüketecek insanların bir toplumsal sağlık sorunu haline gelir. Kontaminasyon
olmasın diye steril şartların korunması ve sürekli kontrolü gerekiyor ve bunun
için harcanan para çok fazla. Sistem paketlemeye değin steril durumda kalmak
zorunda. Başka tip bir kontaminasyonla ilgili aklıma çeşitli etik kıyamet
senaryoları gelmiyor değil, ki bunu size söyleyemem çünkü mideniz bulanır. Çok
bulanır.
Son olarak bu alanda hiçbir şirket piyasaya ürün çıkarıp, satış yaparak
karlılık noktasına gelmediği için henüz hepsi para toplama aşamasında.
Yatırımcıyı çekmek için olumlu mesaj vermek ve olumsuz olan her şeyi paspasın
altına süpürmek zorundalar. Bu da gerçekçi olmayan bazı vaatlerin verilip
yanlış mesajların gitmesine ve uzmanların buna bir reaksiyon geliştirmesine
sebep oluyor. Akademisyenler kültür etini uygun fiyatla raflarda görmek için
kaç Nobel ödülünün dağıtılması gerektiği konusunda şakalar yapıyor şu anda. Yani
gerçek anlamda bilim dünyasının mutlak desteği de alınmış değil.
Hemen moralinizi bozmayın, çünkü dediğim gibi bu fütüristik bir teknoloji
ve zamana ihtiyacı olduğu besbelli. Kültür eti maliyetleri şu anda çiftlik
hayvancılığının çok çok çok üzerinde fakat bunun aynı seviyeye önümüzdeki 20-25
yıl içinde gelmesi tahmin ediliyor. Sonrasında da daha ucuz olacağı ve hep daha
ucuz kalacağı öngörülüyor, normal et fiyatlarının sürekli arttığını düşünürsek.
Çevre kirliliği her geçen gün yaygınlaştığından mevcut tarım alanları ve
sulanabilir alanlar sürekli bir düşüş trendi içerisinde, dolayısıyla kültür
etinin gelecekte gerçek bir ihtimal olarak değerlendirilmesi gerekiyor.
Peki kültür etleri veganlarca kabul edilecek mi? Bunu elbette bilmiyoruz. Veganların
önemli bir kısmının hayvanların katledilmesini öne sürerek et tüketmeyi
protesto ettiklerini biliyoruz. Ama yakın bir zamanda veganlar neden et yemek
istemediklerine net bir karar vermeliler. Etin tadını beğenmemelerinden dolayı
mı, yoksa hayvanların katledilmesinden dolayı mı?
Ve bence en önemli soru şu:
Aşağıdaki 3 ihtimalden hangisi önce gerçekleşecek?
1)Kültür etlerine geçiş yapma.
2)Böcek tüketme.
3)Veganların et tüketimimizi tamamen yasaklamaları
Veya dördüncü bir ihtimal olarak; belki de bu işin tek çıkar yolu Douglas
Adams’ın önerdiği şekilde olacak.
Ne dersiniz?
Not1: Bu uzun yazıyı neden yazdım? Çünkü bazı şeyleri halkımız henüz bu
işlerden para kazanılmaya başlanmadan eğrisi ve doğrusuyla bilmeli, yoksa
kripto paralar gibi sonradan bu gibi işlere girip elinizdekileri de
kaybedersiniz. Temkinli, uyanık ama fırsatları yoklayan bir kafa yapısında
olmalıyız. Bu yazı aslında aklında çeşitli fikirleri olgunlaştırma aşamasında
olan girişimciler için bir uyarı yazısı aynı zamanda. Bu çeşit bir yazının
konusu ve içeriği değiştirilip her türlü teknolojik gelişme için
tekrarlanabilir.
Not2: Yazının erotik bir hikâye tadında olmasını bekleyenleri hayal
kırıklığına uğrattıysam üzgünüm, bu uzun yazıya vakit ayırmanız için sizi
başlıkla kandırmak zorundaydım.