14 Ağustos 2023 Pazartesi

KaKaPo ve KKP

 


Kakapo (kākāpō) kuşu nesli tükenmek üzere olan özel bir cins gececil (noktürnal) papağandır. En önemli özelliği ise şişman olduğundan dolayı uçma yetisini kaybetmiş olmasıdır. Douglas Adams’ ın “Last Chance to See – Son bir kez gör” kitabında değinilen bu papağan türü uçmayı unutsa da; uçmayı unuttuğunu da unuttuğundan dolayı uçabileceğini sanmaktadır. Bu sebeple yetişkinliğe erdikten sonra ara sıra uçmayı denemekte, hiç değilse yavaşça süzülmeyi hedeflemekte ama feci şekilde yere çakılmaktadır. Bu öyle fena bir çakılmadır ki bazen türün bireyleri hayatını kaybetmekte veya ciddi yaralar almaktadır. Bu yaralar onun eş bulma ve çiftleşme şansını azaltmakta ve neslinin tükenmesine davetiye çıkarmaktadır. Hatta bu canlı, insanın sebep olduğu etkiler dışında belki de sırf bu pek bir anlam verilemeyen davranış yüzünden neslini kendi kendine tehlikeye atmıştır.

Kakaponun neslini korumak için 50 yıldır muazzam bir çaba gösterilse de bu turun tüm bireyleri toplam 250 civarındadır. Kakapolar nesillerini tüketmek için var olmuşlardır gibi bir çıkarım aklınıza gelmesin elbette. Hatta ilgi çekici bir örnek olarak; bu türün dişileri çiftleşme döneminde azgınlaştığında 30 kilometre uzaktaki erkekle çiftleşmek için yürüyebilir ve geri yuvasına dönebilir. Yine de bu azim ve kararlılık, güçlü bir kakapo popülasyonu kurmaya yeterli olmaz. Eğer toplam sayınız birkaç yüzü ancak buluyor ise hiç ummadığınız mesafeleri kat etmek, hiç uyuşmayacağınızı düşündüğünüz bireylerle bir araya gelmek zorunda kalabilirsiniz.

Peki kakapolar neden uçamayacaklarını bile bile kendilerini yüksekten bırakır? Kuşların teropod dinozor atalarından ayrışarak uçmayı nasıl öğrendikleri konusunda en önde gelen hipotezlerden biri, onların kendilerini belirli yüksekliklerden bırakmaları ve uçmayı denemeleridir fakat bunun için öncelikle vücut yapılarının uçuşa müsait hale gelmesi gerekir. İdeal bir kuşun kanat açıklığı geniş ve omuzları kanat çırpacak kadar güçlü, vücut ağırlığı düşük, aerodinamiği ise uçuşa uygun olmalıdır. Kakapolar en büyük ve ağır papağan türü olduklarından zamanla uçma yetilerini kaybetmeleri şaşırtıcı olmamalı. Uçma yetisinin kaybedilmesinin üzerinden belki de binlerce yıl ve yüzlerce nesil geçmiş olmasına rağmen muhtemelen hala vücuttaki değişim ile beyindeki nöronal kabloların (sinaps) yeniden bağlanması aynı hızda olmasa gerek, bu bakımdan tavuklar bir adım önde. Aslında kakapolar için inatçı da denebilir, veya kendini yüksekten bıraktığında sürekli düşse bile bir gün uçacağını düşünmekte ve motive olmaktadır da diyebiliriz. Veya içlerindeki uçma dürtüsü o kadar güçlü hale gelir ki henüz birkaç hafta önce kafa üstü yere çakıldığını hatırlamaz, veya bunu umursamaz. Biyofiziksel özelliklerinin ona koyduğu bariyerleri, çalışarak veya hiç olmazsa sayısız kez deneyerek aşabileceğini düşünür ve her seferinde mutlaka yere çakılır.

Kakapoların en ünlüsü şüphesiz Sirocco’ dur. Şu anda 26 yaşında olan erkek Sirocco, muhtemelen bu yazıyı okuyan herkesten daha çok sayıda insanla tanışmış ve sayısız kereler televizyon ekranlarına çıkmıştır. Her yıl onun yumurtadan çıkma günü (kuşlar doğmazlar, neredeyse tüm embriyonik gelişimlerini tek bir hücreden itibaren yumurta içerisinde tamamlarlar, dolayısıyla doğum günleri yoktur. Onun yerine yumurtadan çıkma günleri vardır) olan 23 Mart’ tan birkaç hafta önce bölgedeki adalardaki kuş koruma enstitülerinde bir kutlama töreni telaşı başlar. Sirocco’ nun şöhreti ona pahalıya patlamıştır, çünkü insanlarla aşırı derecede fazla zaman geçirdiğinden karşı cinse dair neredeyse hiçbir seksüel ilgi duymaz, bu sebeple onun üremesi için çaba gösterilmemesi uygun görülmüştür. O ekran yüzüdür, süperstardır ve bu onun kaderidir.

Fakat bu Yeni Zelanda kuşu bize göre dünyanın tam öteki ucunda. Fakat ister inanın ister inanmayın bizde kakaponun bir karşılığı var. Bizim kakapo da ağaç veya kayaların tepesine tırmanıp yere çakıldıkça dökülen tüylerini temizleyip yoluna devam ediyor. Sorunun kendi doğasında değil de etrafında, arkadaşlarında, ekosistemde olduğunu zannediyor, ne gariptir ki isimleri de benzer. Bizdeki kakaponun adı Kemal Kılıçdaroğlu’dur, KK der bazıları. 16 seçimdir her seferinde kendini yüksekten bırakır ve son sürat çakılır, ama her seferinde bunu başarı olarak görür.

KKP ise, aynı zamanda Kemal Kılıçdaroğlu Partisi anlamına gelir. Eskiden adı CHP olan, sonrasında Y-CHP diye ünlenen parti artık Atatürk’ün değil, Kılıçdaroğlu’nun partisidir. Özü ve kökeni silinmiş, kadroları dağıtılmış ve ideolojisi yok edilmiştir. KK her seçim yeniden uçmaya çalışıyor, fakat insanlar ne kadar denerlerse denesinler uçamazlar. İnanırsak uçarız gibi bir söylem ile yol alınamaz, söz konusu insan ise. Kanat taksanız da uçamazsınız, 15 yıl boyunca bir ağaç kovuğunda aralıksız meditasyon yapsanız da. İnsan uçamaz, KKP hele hiç uçamaz.

Fakat fikirler uçabilir. Tüm Atatürkçüleri koluna, Atatürkçülüğü ise kafaya takıp yola çıkan bir topluluk uçabilir, hem de ne muhteşem bir uçuş! Fetöcü, radikal solcu, PKK sempatizanı ve Amerikancılara hiç ödün vermemiş ve vermemeye yemin etmiş bir ekip mutlaka uçar. Bir sonraki sefer hangi kayaya tırmanacağı ve nasıl çakılacağı belli olmayan ama çakılacağı kesin olan kakapolar olmaksızın yolumuza devam edersek düşüncelerimizi uçurabiliriz.

Her fikrin bir lideri olur, peki bu kol kola girmiş cesur insanların lideri kim olacak? Uçamayan KKP’nin başına kim veya kimler gelmeli? İllerin belediye başkanları mı dersiniz? Hiç sanmam. Belki de KKP’nin başına birileri değil de yerine başkaları gelmeli. Kakapolaşmış kişiler veya partilerle yürümek pek akıllıca olmasa gerek.

Atatürkçülerin kurduğu bu bağımsız hareket okyanusun ortasında başlayan küçük bir dalga gibi olmalı, ilerledikçe büyüyen ve büyüdükçe güçlenen bir dalga. İnsanların birkaç nesildir zihninde biriktirdiği tüm kötü duyguları temizlerken geleceğe umutla bakabilmeyi sağlamalı bu dalga. Bu dalga, hayatın gerçeklerini tam gövdesinden yakalamalı ve problemleri bulup yok eden bir makinaya dönüşmeli. Bu şekilde olursa o dalga büyür ve tsunami olur.

Kaygılanmasın kimse, sıfırdan ve yepyeni bir başlangıç için her zaman yeterince zaman vardır. Ulu önder Atatürk’ün dediği gibi; umutsuz durumlar yoktur, umutsuz insanlar vardır. Umudunuzu asla yitirmeyin. 1919 Mayıs’ında bile onu yılmaz bir kararlılıkla Bandırma’ya bindiren, Havza yolunda arabası bozulduğunda “dağ başını duman almış” marşını söylettiren inanç ve kararlılık size ışık olsun. Ben Atatürk’ümüzün Anafartalar kahramanı olduğu yaştayım ve şimdi hangi adımı atacaksak o adımın tam zamanı olduğunu düşünmekteyim. Herkes en iyi bildiği işi yapacak, emeklerimiz birleşecek ve bu birliktelik bizi hedeflerimize taşıyacak.

Önümüzde hangi seçim olduğu ve adayların kimler olacağına bakmadan kendi literatürümüzü oluşturmamız lazım. Bizim hiçbir ekran yüzüne ihtiyacımız yok. Bizi süperstarlar da kurtarmayacak. Atatürk gibi bir lider bir daha gelmeyeceğine göre bizi ancak kendimiz kurtaracağız. Ne şanslıyız ki 1919 şartlarına kıyasla çok daha iyiyiz, hatta Atatürk halimizi görseydi bize basbayağı kızardı ve “Haydi, daha ne bekliyorsunuz!” derdi.

Uzun lafın kısası, bizim gibi düşünen insanlar bir araya gelecek ve verimli tartışmalar yapacak. Düşünerek ve konuşarak doğruları bulacağız. Doğrular ilkeye, ilkeler politikaya dönüşecek. Bu doğru politikalar bütünü ise bir virüs gibi yayılacak ve mevcut liderlerin dudaklarını uçuklatacak (Herpes virüsü). Dünyanın ilk yapay virüsünü inşa etmeye var mısınız?

N'olur Dudaklarımı Yiyin!


Bu yazıya ilham olan yazar Douglas Adams’ı henüz ikinci yazımda yeniden anmak istiyorum. “The Restaurant at the End of the Universe, Evrenin Ucundaki Restoran” adlı kitapta kahramanlarımız kıyamet kopmadan yarım saat önce evrenin tam ucunda bulunan bir restorana giderler ve bir masaya otururlar. Bu restoran ilk bakışta normal bir restoran gibidir. Garson siparişleri almaya gelir ve menünün biraz sonra onlarla tanışmak için geleceğini söyler. Kahramanlarımız birbirlerine bakar, meseleyi anlamaz. Bu esnada kapı açılır ve parlak tüyleri olan sağlıklı bir sığır içeri girip masaya yaklaşır.

“Merhabalar, sizin bugünkü menünüz benim.” 

Bizimkiler durumu yine anlamaz, neyi kastettiğini sorarlar sığıra, bir sığırın konuşabilmesine hayret etmemişçesine. Sığır der ki:

“Efendim, bugün beni ana yemek olarak yiyeceksiniz, kendimi aylardır buna hazırlıyorum. Neremi yemek istersiniz? Şefim benden harika bir kontrfile ve antrikot hazırlayacak. N’olur yanak ve dudaklarımın da tadına bakın, omzumdaki etlerin leziz olması için bana sunulan bütün özel yemleri yedim.” 

Kahramanlar bu fikri beğenerek az pişmiş sulu bir biftek sipariş ederler ama yine de neden kendinin yenmesini istediğini sığıra sorarlar, sığır:

“Bitkilerin bir dili olduğu keşfedildi ve anlaşıldı ki onlar aslında insanlarca tüketilmemeyi tercih ediyorlar. Bu duruma veganlar önce çok üzüldü, sonra da aç kaldılar. Kimsenin aç kalmasına razı olmayan bilim insanlarımız buna bir çözüm bulmak için bizi geliştirdiler, yani başkaları tarafından yenilmeyi isteyen ve bunu açık ve net şekilde müşteriye ifade edebilen hayvanlar. Artık veganlar gönül rahatlığıyla et yiyebiliyor! Hatta adlarını bile değiştirdiler, sadece yenilmeye rıza göstereni yiyen anlamına gelen konsentivoryan diyorlar artık kendilerine.”

“O halde ben en iyisi mutfağa gideyim ve şefim beni kesip hazırlamaya başlasın, yumuşacık olduğumdan hemen pişerim. Umarım afiyet olurum size!”

Bu garip hikâye bana et yerine yenebilecek şeylerle ilgili bir yazı yazmam gerektiğini hatırlattı. Yazıyı ikiye böldüm. İlk kısım “et alternatifi” olacak.

Eğer fleksitaryen (ara sıra et yiyen et tasarrufçuları, yani Türkiye’nin yüzde 90’ı) gibi kısmi vejetaryenlikleri ve etsiz Pazartesi ve sebzeli Cuma gibi etkinlikleri hesaba katmazsak, “et alternatifi” deyince akla ilk gelen şey et tüketmemektir, yani vejetaryenliktir. Vejetaryenler 4 ana gruba ayrılır. Bir grup süt içmez, yumurta yer; diğer grup süt içer yumurta yemez. Üçüncü grup her ikisini de tüketirken son gruba vegan denir. Vegan hayvansal bir ürün tüketmez. İşin eğlenceli kısmı veganlık, haydi o halde veganlığı kademe kademe inceleyelim.

Veganlığın bir sınırı olmadığını söylemek mümkün, hatta bu durum yiyeceklerin de ötesine geçmiştir ve bir yaşam biçimi hâlini almıştır. Mesela çoğu vegan deri, ipek ve kürk içeren ürünleri kullanmaz. Bazısı da hayvanlar üzerinde deney yapıldığını düşündüğü bir parfümü vücuduna sıkmaz. Bir kısım vegan, arıların peteklere yerleştirdiği bal arılardan çalınmış olduğu için bal dahi tüketmez, diğerleri ise bu işi bir sonraki noktaya taşıyarak üretim bandından çıkmış herhangi bir işlenmiş ürün tüketmez, üretim esnasında kullanılan makinelerin üretiminde hayvanlara zarar verilmiş olma ihtimali var diye. Bir sonraki aşamaya geçelim mi? Bir sonraki aşama da mı var? Haydi!

Çiğcil veganlık (İng. raw veganism) denen akımda hiçbir şey 50 derecenin üzerine çıkacak kadar ısıtılmaz, bunun yanında yavaş pişirme veya doğal pişirme yöntemleri ile beslenen çiğcil veganlar da vardır. Kimi çiğcil veganlar ise yalnızca meyve, yalnızca sebze veya onların çekirdekleri ile beslenir. Meyve suyu veganları da vardır, nadiren katı bir gıda tüketirler. Bitki filizi veganları bile vardır, bitki filizlerinin besin bakımından daha yoğun olduğunu düşündükleri için yetişkin bir bitkiyi bile tüketmezler, ki bu yanlış bir düşüncedir.  Bazı çiğcil meyve veganları doğaya zarar vermiş hissetmemek adına dalından kendi kendine düşmeyen hiçbir meyveyi yemez, dalında çürüyecek hale gelse bile. Ne garip ama, değil mi? Her şeyi önceden bildiği iddia edilen Simpsons dizisinde veganizmle dalga geçmek için “gölgesi olan herhangi bir şeyi yemeyen” 5. seviye veganlar benzetmesi yapılmıştı. Saydıklarıma bakılırsa bu espri gerçeklerden pek de uzak olmasa gerek.

Peki neden vejetaryen veya vegan olur insan? Veganların dini yasaklar harici 3 başlıca sebebi var, veganlar ilk ortaya çıktıklarında öncelikle hayvanların canı alındığı için et yemek istemiyorlardı, bu bir nevi hayvan hakları savunuculuğu idi. Fakat sonra mesele bir miktar evrildi ve bir grup etin içerdiği katı yağlar sebebiyle insan sağlığına zararlı olduğunu düşünürken, bir başka grup ise et üretiminin çevreye zarar verdiği görüşünü benimsedi. Fakat veganlığın bugün için bir yaşam biçimi olduğunu ve bir zamanlar hippiliğin gördüğü muameleyi şu anda veganların gördüğünü söylemek mümkün. Bunun bir kanıtı olarak veganların büyük çoğunluğunun yaptığı meditasyon, müzik ve duaları örnek göstermek mümkün, çoğu Hint kökenli bu ritüellerin. Bazı sıra dışı veganlar ise doğan veya batan Güneş’e saatlerce bakarak kozmik gıdalarını alma veya kendi idrarını içme gibi uçuk ve bilim karşıtı ritüelleri uygulamakta.

Bu durum bitkilerden insanlara ağız yoluyla bazı genlerin aktarımının mümkün olabileceğini ortaya koyuyor olabilir, çünkü bu sıra dışı veganlar çiğ bitkileri tüketmekten dolayı sonunda fotosentez yapmayı kafalarına koymuş görünüyorlar. Nefes alarak karbondioksit biriktirmeyi denemek neyse ama topraktan vitamin ve mineralleri emmek için herhalde biraz kök salmak lazım. Şaka bir yana, uç veganlık pratikleri safsatalar ile sinerjik davranmaya epey yatkın. Moda diyet (İng. fad diet) denen (şalgam suyu diyeti vb.) geçici diyetlerin önemli bir kısmının da veganlarca ortaya atıldığını ifade etmeden geçemem.

Veganizm ideolojisine genel olarak baktığımızda, “doğaya tapma” veya “kendini doğaya yük görme, sonsuz bir sorumluluk hissetme” adında bir “New Age” tipi spiritüel bir inanışın ortaya çıktığını söylemek bile mümkün. Her türlü medyadan uzak durma, basılı gazete ve dergi bile okumama gibi uygulamaları var bu inanışların. Veganlığın bu sonsuz kademelerini herhangi bir şekilde sapkınlık olarak görmemenizi rica ediyorum çünkü, gelişmiş ülkelerin arayışta olmaktan vazgeçmeyen yalnız insanlarının çare olarak gördüğü şeyleri kötülemek, onları anlamak ve iletişim kurmanın en iyi yolu değil. Ama biz yazımızın bilgilendirici olduğu kadar eğlenceli de olmasını istediğimizden kendileriyle biraz dalga geçiyoruz, ama sadece yapılan şeyler mantık sınırlarını zorladığı anda.

Biz veganların iddialarına geri dönelim ve onları inceleyelim. Vegan beslenmenin çevreye olan zararı azalttığı görüşü doğru. Bunun çok temel bir sebebi var, normalde bitkiyi tüketen bir sığır, onu zaman içerisinde ete ve yağa dönüştürüyor. Bu esnada hayvanın bünyesinde sayısız biyokimyasal reaksiyon meydana geliyor. Yan ürünler ve atıklar meydana geliyor, örneğin hayvan çok ciddi seviyelerde gaz çıkarıyor. Bu o kadar ciddi bir seviye ki Yeşil Barış Örgütü’nün (Greenpeace) raporuna göre Avrupa Birliği’ndeki çiftlik hayvanlarının çıkardığı karbondioksit yine AB’deki şahıslara ait araçların yaydığı karbondioksitten daha fazla.

Takdir edersiniz ki bir sığırın tek görevi et miktarını artırmak değildir, aynı bizim gibi canlılığın gerektirdiği tüm işlevleri yerine getirir. Çiftleşirler, doğururlar, yavrularına bakarlar, uyurlar, tehlikelerden kaçarlar. Tüm vücut bu işlevlerin yerine getirilmesi için zaman, enerji harcar, bunu sağlayan organlar ve yolaklar vardır. Bütün bunlar et sanayi için aslında bir yan üründür ve doğadaki dönüşüm verimliliğini düşürür. Bu verim öyle düşüktür ki yalnızca %15 civarındadır. Yani hayvana iletilen 100 birim enerjinin yalnızca yaklaşık 15 birimi ete ve yağa dönüşür. Kalan 85 birimi ise ısı veya organik madde olarak açığa çıkar ve kasaplarca kıymaya, sucuğa, salam ve sosise katılır, kasapları üzüyorsam üzgünüm. Dolayısıyla eğer siz vegan beslenirseniz, bitkiyi araya bir başka canlı koymaksızın doğrudan tüketiyorsunuz, bu yan ürünlerle verimi düşürmüyor ve doğayı daha az kirletmiş oluyorsunuz. Fakat et tüketen diğer canlıların (karnivor, etçil) sorumlu davranmasını gerektirecek bir şey yok. Yani büyük balık küçük balığı yerken doğayı daha çok kirletmiş olmuyor, hayatta kalmış oluyor. Peki biz de aslan ve balıklar gibi et tüketen bir canlı mıyız? Evrimleştiğimiz andan beri öyleyiz. Ama bu tanımlar modern dünyada değişebiliyor mu? Bu da “modern” kelimesinden ne anladığımıza bağlı.

Peki hayvancılıktan arındırılmış bir tarım her şeyin çözümü mü? Hayvancılık için yapılmayan tarım hayvanlara hiçbir zarar vermez mi?

Henüz onları tüketme evresine gelmemiş olsak da böcekler hayvandır, omurgasız hayvan sınıfından. Evini basan karıncaları ve hamamböceklerini gördüğü yerde öldüren, sivrisinekler ve karasinekler için kovucu veya öldürücü sprey kullanan, evine aldığı bitkilerin içinden çıkan kurt gibi şeyleri bilerek veya bilmeyerek yiyen bir vegan, kendiyle çelişiyor mu? Doğa Hayvanları İnisiyatifi’nin (Wild Animal Initiative) 2019 raporuna göre pestisit (böcek ilacı) kullanımı sonucu dönüm başına yıllık yaklaşık 10 milyon adet böcek yok ediliyor. Metrekare başına yılda 10 bin böcek demek bu, böceklerin tanesini ortalama 100 miligram olarak kabul etsek dönüm başına yılda 1 ton böcek demek ayrıca. Eğer bu böceklerin her birini ayrı bireyler olarak kabul edersek, et yiyen birinin bir vegandan farkı dönüm başına yılda 10 milyondan birkaç fazla hayvan katledilmesine müsaade etmesi değil mi? Peki o böceklerin meyve ve sebze yeme hakları yok mu? Dünyayı paylaşmak zorunda değil miyiz böceklerle? Veya böcekleri öldürürken onların daha insancıl yöntemlerle öldürülmesini mi savunacağız? Tamam kabul ediyorum, şimdi de ben saçmaladım. 

Kalıcı veganlığın daha sağlıklı olduğunu iddia etmek pek mümkün değil. Uzun süreli vegan beslenmek depresyon, hipotiroidi, osteoporoz (kemik erimesi) ve kemik zayıflaması, anemi, egzama ve saç dökülmesine yol açıyor. Vegan beslenmek kabızlık ve şişkinliğe sebep oluyor, sindirim sisteminde biriken gazı atmak ise işkenceye dönüşüyor. Vegan beslenmeden dolayı bilinç kararması ve yorgunluk ise neredeyse garanti. Çocuklar vegan beslenirse bu şikayetler daha yoğun görülüyor. Vitamin ve mineraller konusu ise atlatılmaması gereken bir nokta. Mesela B12 vitamini bağırsak bakterileri tarafından hayvanların sindirim sisteminde doğrudan üretiliyor ve tüm dokulara taşınıyor. Bitkiler bu vitamini neredeyse hiç üretmiyor. B12 eksikliği ise birçok temel işlevin yerine getirilmesini engelliyor; özellikle beyinde kalıcı hasarlara yol açıyor. Hap şeklinde alınan B12 takviyeleri ise besinlerden sindirim sonucu açığa çıkan B12 kadar iyi emilip işlev göremiyor ve feci bir gaz ve kabızlık yapıyor. Veganların çoğunlukla karşılaştığı mineral eksikliği ise kalsiyum. Kalsiyumun kemiklerin güçlenmesi için ne kadar önemli olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Demir yoksunluğu olduğunda ise bu durum vegan diyeti mahvediyor, Temel Reis’in ıspanağındaki demir ise hem demir bakımından zengin değil hem de bağırsaklardan iyi emilemiyor.

Peki kuzenlerimiz olan goriller neredeyse tamamen vegan beslenmelerine rağmen nasıl bu kadar kaslı ve güçlü oluyorlar? Çünkü günlerinin neredeyse tamamını ot yiyerek geçiriyorlar ve sindirim sistemleri buna uygun şekilde değişime uğramış. Ve bu sayede bitkilerde az bulunan bazı hayati besinleri onlara yetecek kadar biriktirebiliyorlar. Kabaca bir hesapla insanlar eğer günlük 5-6 kg bitki tüketebilseydi o zaman vegan beslenmek önemli ölçüde problem olmaktan çıkacaktı. Fakat aklı başında kimse günlük 5-6 kg bitki tüketemez.

Bana soracak olursanız; ben vegan da beslenmiyorum, vegan bireylerle de beslenmiyorum. Maksadım her iki tarafın görüşlerini aktarmak.

Peki, “et alternatifi” kavramını tartıştık, şimdi kelimelerin yerlerini değiştirip “alternatif et” diyelim. Eğer böcek gibi alternatif protein kaynaklarını başka bir yazının konusu olarak görürsek, alternatif eti ikiye ayırabiliriz. İlki bitki bazlı et taklidi ürünler.

“Beyond Meat” ve “Impossible Food” adlı iki şirket bitki bazlı et taklidi ürün piyasasını domine ediyor ABD’de. Her ikisinin de tadına baktım, bir bitkiye göre oldukça lezzetliler. Fakat sonuçta etin yerini alan şey soya proteini ve hayvansal yağın yerini alan şey ise Ayçiçek ve Hindistan cevizi yağı. Sağlıklı olup olmadıklarının kararını vermek çeşitli sebeplerle kolay değil. Şunu da not etmek gerekir ki, “Impossible Food” firması kana rengini veren hemoglobini üretmek için genetiği değiştirilmiş bakteri kullandığından (leghemoglobin) bu ürünün Türkiye’ye girişi biyogüvenlik yasası gereği mümkün değil. İnanın bana gerçekten mümkün değil, sizi kimse kandırmıyor, gece gündüz GDO’lu gıdalarla beslenmiyorsunuz. Sonuç olarak bitki bazlı etleri konforlu bir şekilde yapay et olarak sınıflandırmak doğru olur. Bu arada evet, bilerek ve isteyerek ABD’de iken GDO’lu ürün tükettim ve tesadüf eseri hala hayattayım. İnsan bazen gerçekten hayret ediyor!

Bunun yanı sıra tam olarak yapay et olarak sınıflandıramayacağımız ve hayvandan elde edilen ama hayvanın katledilmesi sonucu elde edilmeyen fütüristik bir et çeşidi var. Kültür eti veya laboratuvar eti olarak adlandırılan bu et gerçekten hayvanların ta kendisinden elde ediliyor. Biyopsi ile elde edilen kök hücreleri 3 boyutlu steril kazanlarda besi yeri ortamı ve büyüme faktörleri ile çalkalayarak elde edilen bir et çeşidi. İçinde portakal tanecikleri olan bir portakal suyunu çalkaladığınızı ve taneciklerin sayısının bunun sonucunda her an arttığını düşünün, buna çok benzer bir büyüme meydana geliyor o steril tanklarda. Burada hayvanlar nasıl beslenerek gelişiyor ve kilo alıyorsa, benzer şekilde kazanlardaki kök hücreler de besleniyor ve sayısını artırıyor. Büyüme tamamlanınca bu hücreler tanklardan bir çökelti halinde toplanıp görmek istediğimiz kas dokusu benzeri bir yapıyı oluşturması için çeşitli biyolojik uyaranlarla uyarılıyor. Oluşan dokular kasa benzediğinde ve bıçakla kesilebilecek kadar sıkılaştığında şekil verilip tüketime hazır hale geliyor.

Bir hayvanın ticari açıdan kesilebilir hale gelmesi yaklaşık 2 yıl sürerken bir hamburgerlik kültür eti yalnızca 2 haftada üretilebiliyor. Kültür eti ile daha az su kullanımı ve kirlenmesi, daha az ekilebilir arazi kullanımı ve daha az sera gazının ortaya çıkacağı ortada, bu sayede ekilebilir araziye dönüştürülen orman arazilerinin yeniden ıslahı, tarım ilacı kullanımının azalması, ormanın iyileşmesi ve biyoçeşitliliğin artması ise bunun doğal sonuçları. Et sanayi tarafından hayvanlara nasıl davranıldığı ve bu kötü geçen hayatın sonucunun ölüm olduğu da herkesin malumu. Birçok din görevlisi “insana faydalı olan, hayvanların ölmesini engelleyecek bir şey haram olamaz” fetvası verdiğinden dini açıdan da bir engel şimdilik görünmüyor.

Kültür eti üretimi aşırı derecede az olduğundan piyasaya sürülmüş herhangi bir ürün yok, fakat yapılmış bazı ön çalışmalar var. Ama unutmayın, henüz raflara giren hiçbir ürün yok, birkaç yıl daha bu böyle devam edecek. Bütün gayretlerin Ar&Ge aşamasında olduğunu rahatça söyleyebiliriz. Şimdi bu ön çalışmalara bazı örnekler verelim.

Amerika’da “Steakholder” adlı bir firma 3D yazıcı ile biftek taklidi üretmeyi başardı, “Scifi Foods” adında başka bir firma ise hamburger üretiyor. “Upside” adında başka bir firma ise porsiyon boyutlarında tavuk eti üreten ilk firma oldu. “Finless Foods” adındaki firma ise balık eti üretiyor. “Good meat” ve Upside’ın ürettiği etler geçtiğimiz ay Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi olan FDA tarafından satış izni onaylandı. “Memphis Meat” adlı firma ördek eti üretti. “Eat Just” adlı firmanın ürettiği etler Singapur’da bir restoranda tadımlık olarak servis ediliyor bile. “Mosa Meat” gerekli yatırımların yapılması halinde 10 dolara 150 gramlık burger köftesi yapabileceğini duyurdu. “Aleph Farms” ise gerçek bifteğe en yakın biftekler yapabildiğini iddia ediyor. Kanguru gibi egzotik hayvanların etlerini üretmeyi hedefleyen firmalar var. Türk girişimcilerin kurduğu “Biftek” veya “Beef Tech” adlı firma ise FBS adı verilen büyüme serumunun hayvandan elde edilmeyen doğal ve ucuz alternatiflerini üretiyor, kendilerini kutluyorum. FBS aynı zamanda etik bir tartışmanın fitilini ateşleyebileceği için bu konuyu biraz açalım.

FBS bir büyüme faktörü serumu. Çok besleyici bir takviye ve bu sayede kazanlardaki hücreler ölmeden yüksek yoğunluğa çıkabiliyorlar. Hücreler bir dokunun içinde değilken ve tek başlarına bir sıvının içinde çıplak haldelerken onları mutlu edebilecek ve ölmelerini engelleyecek çok az sayıda büyüme serumu var, FBS açık ara en önde gelen serum. Fakat FBS’in litresi 400 dolar ve 1 litreden yalnızca 30-40 litre zengin besi yeri üretilebiliyor. Ve FBS kesime gidecek hamile ineklerin ölecek fetüslerinin kanından elde ediliyor çünkü yalnızca bu kan çok temiz ve büyüme faktörü bakımından çok zengin. İşte temel mesele bu, yani kültür eti teknolojisi sığırların kesilmesini engellemek istiyor ama temel besi yeri takviyesi ancak sığırlar kesilmesi gerektiğinde doğmamış yavrularının kanından tedarik edilebiliyor ve çok pahalı. Çok yaman bir çelişki!

Peki bundan kurtulmak için çabalamaya değer mi? Bundan kurtulmak mümkün mü? İşte “Multus Media”, “Defined Bioscience”, “Agulos Biotech”, “Orf Genetics”, “Tiamat”, “Future Fields” ve tabii Türk mali “Biftek” firmalarının amacı bu. Yani içinde hangi besinin ne kadar olduğu iyi bilinen, besleyici, doğal, büyüme faktörü bakımından zengin ve ucuz bir büyüme faktörü yaratmak için çabalıyorlar. Bu şimdilik kısmen bile olsa ulaşılabilmiş bir hedef değil.

Diyelim hayallerdeki gibi bir FBS yapıldı, her şey harika değil mi? Hayır değil, tabii ki değil. O halde moralinizi bozmak için şimdi işin olumsuz yönlerinden bahsedelim. Şu anda kültür etini üretmek aşırı derecede maliyetli ve talebi karşılamanın çok gerisinde, 150’den fazla yeni doğmuş (İng. start-up) firmaya dünyada 3 milyar doların üzerinde yatırım yapılmış durumda olmasına rağmen. Bu firmalar imkansızı başarma amacıyla oldukça riskli bir işe soyunmuş durumdalar. 450 milyon dolarlık devasa bir tesis kurup 10 milyon kilogramlık bir ürün üretilebileceği hesabı yapılmış ama ABD’nin yıllık et ihtiyacı toplam 45 milyar kilogram seviyesinde. Yani böyle bir yatırım bile ABD’nin ihtiyacının on binde ikisine tekabül ediyor. Maliyet hesaplamaları ise aşırı derecede iyimser yapılmış olabilir.

Bunun yanında hücreler çok hassas olduğundan sıcaklıktaki değişimlerden en sert biçimde etkileniyor. Kazanların sıcaklığı her daim 37 Santigrat derecede tutuluyor, çünkü hücrelerimizdeki enzimler vücut sıcaklığında çalışmaya evrimleşmiş. Bu durum ciddi derecede enerji harcanmasına yol açıyor. Aynı şekilde, besi yeri bileşenlerinin yüksek miktarlarda üretiminde harcanacak kaynaklardan dolayı çevre için aslında hiç de iyi bir alternatif olmadığı düşünülüyor. Yani maliyeti düşürmek için devasa tesisler kurulacak ama bu da aslında çevreyi daha az kirletsin denen kültür etinin temel felsefesine zarar verecek nitelikte. Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık durumuna gelmek gayet olası.

Ayrıca hücre yetiştirmek için kullanılan tanklar kontaminasyona çok yatkın. Kontaminasyonu kısaca yabancı bir hücrenin çoğalarak yetiştirdiğimiz temiz örneği kirletmesi olarak tanımlayabiliriz. Örneğin bakteri kontaminasyonuna uğrayan bir kültür asla ve asla et üretiminde kullanılamaz, çünkü bu onu tüketecek insanların bir toplumsal sağlık sorunu haline gelir. Kontaminasyon olmasın diye steril şartların korunması ve sürekli kontrolü gerekiyor ve bunun için harcanan para çok fazla. Sistem paketlemeye değin steril durumda kalmak zorunda. Başka tip bir kontaminasyonla ilgili aklıma çeşitli etik kıyamet senaryoları gelmiyor değil, ki bunu size söyleyemem çünkü mideniz bulanır. Çok bulanır.

Son olarak bu alanda hiçbir şirket piyasaya ürün çıkarıp, satış yaparak karlılık noktasına gelmediği için henüz hepsi para toplama aşamasında. Yatırımcıyı çekmek için olumlu mesaj vermek ve olumsuz olan her şeyi paspasın altına süpürmek zorundalar. Bu da gerçekçi olmayan bazı vaatlerin verilip yanlış mesajların gitmesine ve uzmanların buna bir reaksiyon geliştirmesine sebep oluyor. Akademisyenler kültür etini uygun fiyatla raflarda görmek için kaç Nobel ödülünün dağıtılması gerektiği konusunda şakalar yapıyor şu anda. Yani gerçek anlamda bilim dünyasının mutlak desteği de alınmış değil.

Hemen moralinizi bozmayın, çünkü dediğim gibi bu fütüristik bir teknoloji ve zamana ihtiyacı olduğu besbelli. Kültür eti maliyetleri şu anda çiftlik hayvancılığının çok çok çok üzerinde fakat bunun aynı seviyeye önümüzdeki 20-25 yıl içinde gelmesi tahmin ediliyor. Sonrasında da daha ucuz olacağı ve hep daha ucuz kalacağı öngörülüyor, normal et fiyatlarının sürekli arttığını düşünürsek. Çevre kirliliği her geçen gün yaygınlaştığından mevcut tarım alanları ve sulanabilir alanlar sürekli bir düşüş trendi içerisinde, dolayısıyla kültür etinin gelecekte gerçek bir ihtimal olarak değerlendirilmesi gerekiyor.

Peki kültür etleri veganlarca kabul edilecek mi? Bunu elbette bilmiyoruz. Veganların önemli bir kısmının hayvanların katledilmesini öne sürerek et tüketmeyi protesto ettiklerini biliyoruz. Ama yakın bir zamanda veganlar neden et yemek istemediklerine net bir karar vermeliler. Etin tadını beğenmemelerinden dolayı mı, yoksa hayvanların katledilmesinden dolayı mı?

Ve bence en önemli soru şu:

Aşağıdaki 3 ihtimalden hangisi önce gerçekleşecek?

1)Kültür etlerine geçiş yapma.

2)Böcek tüketme.

3)Veganların et tüketimimizi tamamen yasaklamaları

Veya dördüncü bir ihtimal olarak; belki de bu işin tek çıkar yolu Douglas Adams’ın önerdiği şekilde olacak.

Ne dersiniz?

Not1: Bu uzun yazıyı neden yazdım? Çünkü bazı şeyleri halkımız henüz bu işlerden para kazanılmaya başlanmadan eğrisi ve doğrusuyla bilmeli, yoksa kripto paralar gibi sonradan bu gibi işlere girip elinizdekileri de kaybedersiniz. Temkinli, uyanık ama fırsatları yoklayan bir kafa yapısında olmalıyız. Bu yazı aslında aklında çeşitli fikirleri olgunlaştırma aşamasında olan girişimciler için bir uyarı yazısı aynı zamanda. Bu çeşit bir yazının konusu ve içeriği değiştirilip her türlü teknolojik gelişme için tekrarlanabilir.   

Not2: Yazının erotik bir hikâye tadında olmasını bekleyenleri hayal kırıklığına uğrattıysam üzgünüm, bu uzun yazıya vakit ayırmanız için sizi başlıkla kandırmak zorundaydım.

6 Haziran 2023 Salı

Sesteş ve Sözdeş Aydınlar

Türkiye' nin geldiği nokta çok entereşanlaşmaya başladı. Bir yandan bağımsızlaşma mücadelesi veren İslamcı ve Anti-Atatürkçü bir iktidar oluşumu hızla Atatürkçüleşirken, diğer yandan onun boşalttığı siyasi alanı hınca hınç doldurmaya çalışan ana muhalefet var. CHP' ye "Türk Bayrağı' nı ver, HDP' yi al" deseler kabul ederler miydi diye soralım, aklı başında hiç kimse "ederdi" demez. Ama etti, etmiş oldu. Şu anki görünüm CHP' nin son genel seçimlerine gireceği yönünde, hatta bunu kimse engelleyemez artık. 

75 yaşında olan bu zat, dünyanın hangi ülkesine giderse gitsin sosyal güvenlik kanunlarına göre oranın emeklisi olur, fakat Türkiye' de umudun temsilcisi. Biz neden bu yaşlılara bel bağladık? Biz genç bir toplum değil miyiz? Ulu önderimiz büyük Atatürk 57 yaşında vefat etmedi mi? Vefat etmeden önce ömrünü doldurmuş ve hep kaybetmekte olan bir imparatorluğu sona erdirip sağlıklı ve modern bir Cumhuriyet kurmadı mı? Yeniliğe neden kapalıyız? 

Atatürk' ün kurduğu CHP' nin devri sona ermiştir. Türkiye Cumhuriyeti' nin yaşaması için artık CHP' nin sona ermesi lazım. 

Çünkü CHP hiçbir şeyi temsil etmiyor. Eridi, kurudu ve yök edildi. Hiç kimsenin Atatürkçü düşüncelerle ilgili söz edecek bir dermanı yok. Zaten ne söylediğini ve o sözlerin ne anlama geldiğini kavrama şansları bile yok, okumamışlar ve bilmiyorlar. CHP bir çıkmazın içinde, sebebi de belli. Kılıçdaroğlu' nun partiyi çürütüp değiştirmesi. Seçmen tabanı da bu değişim yavaş ve kademeli olduğundan farkına varamadı. Şu anda ne yaparsanız yapın CHP kayıp partidir. Hiçbir umut vermez, ve vermemeye devam edecektir. 

Kılıçdaroğlu olmayacak her şeyi yaptı ve parti bu hale geldi, Erdoğan nefretinden başka hiçbir ortak noktası olmayan insanları bir araya getirip onlara da bir isim verdi, adına Altılı Masa dedi. Ümit Özdağ ile HDP' yi aynı potada eritti ama olmadı. Vatandaş aktif terör örgütünün temsilcisine (HDP) karşın pasif terör örgütününün pek de oy alamayan ve oy alamadığı için hiçbir şeyde sözünün geçemeyeceğine emin olduğu temsilcisini (Hüda-Par) yeğledi. Vatandaş yerli ve milli ile dalga geçen tipleri seçmedi, vatandaş ülkenin dümeninin yurt dışında olmasını istemedi. 

Ama ne acıdır ki, 2007 yılında "ne ABD ne AB, tam bağımsız Türkiye!" diye eline bayrak alıp sokağa dökülen teyzeler şimdi Kılıçdaroğlu fanatiği. Meğerse bu muhteşem sözü onlar söylememiş, meydanların sesini yansıtmışlar. 

Şimdi iktidar "ne ABD ne AB" diyor, muhalefet de "ne Çin ne de Rusya" diyor. Bizler ise "Hepsine Hayır, Tek Bağımsız Türkiye!" diyoruz. Meselemiz budur zaten. Tam bağımsız bir devlet kaldığına inanmıyoruz, bağımsızlık mertebesine yükselen ilk ülke Türkiye olsun diyoruz. Çünkü büyük bir dünya savaşı kapımızda, bu savaşa herhangi bir tarafta olup da dahil olmayan yanacak. 

ABD ona en son saldıran ülkeye nükleer bomba attı, iki şehirde toplam 200.000 üzerinde insan ilk anda yok oldu. Hayvan, bitki ve hatta mikroorganizmalar bile yok oldu. O topraklarda yoğun radyasyon dolayısıyla bitki yetişmedi. Yarım milyon kişi kanserden hayatını kaybetti. Hiroshima' ya atılan nükleer bomba 4.5 ton ton ağırlığında, yani kilogramı başına 20 insan hayatını kaybetti. Hatta bu 4.5 tonun sadece 64 kilogramı Uranyum olduğundan 1 gram Uranyum 2 kişi öldürdü diyebiliriz. Şehrin nüfusunun yüzde 40' inin birkaç saniye içinde yok olduğunu düşünün. 

Çıkacak olan bu savaşta artık herkesin elinde bomba var, tarafların bomba attırabilecekleri küçük uydu ülkeler de var. Kaç milyon insan ölecek dersiniz böyle bir dünya savaşında? Bence en az 500 milyon. Nükleer bombadan ölecekler 1 milyonu geçmez bu arada, savaşın kendisinden ölenler ise 10 milyonu asmaz. Çoğu insan savaşın getirdiği açlık ve hastalıktan ölecek, her seferinde olduğu gibi. Etrafınızda size yardımcı olacak insanların sayısını şimdiden artırınız, ileride bu tarz global afet dönemlerinde size onlar yardım edecek. 

Peki bağımsız olmak ne anlama geliyor? Öncelikle şu anlama geliyor, Doğu ve Batı' nın tam sınırında olan Türkiye' nin bir global cephe olmasının önüne geçiyor. Yani İsviçre savaşa dahil olsa bile jeopolitik konumu nedeniyle yine bir savaş alanı olmayacak ama Türkiye savaşa dahil olmasa bile kaldıracağı yükün çok ağır olduğunu tahmin etmek gerek. O halde bağımsız kalmanın önemi daha da artıyor. 

Türkiye' nin geldiği nokta çok entereşanlaşmaya başladı, yeniden. Türkiye' nin sözde aydınları CHP' nin konumlandığı yeni noktayı beğendi. Sabancı Üniversitesi' nde Cumhuriyetten bile daha uzun ömürlü olacağı iddiasıyla kurulan İstanbul Politikalar Merkezi' nde çalışan bütün uzmanların ekonominin kötü gidişatına rağmen iştah kabartmasının sebebi bu. Sabancı' nın neden ülkenin zararına çalıştığı ise merak konusu, onlar da kandırılıyor olabilirler. 

Ülkenin aydınları özgür düşünceli olmalılar, maaşlı çalışmamalılar, cesur olmalılar ve herhangi bir bağ veya bağlantıdan ayrık (münezzeh) olmalılar. Ülkenin aydınları aynı sese sahip olmamalılar, farklı görüş, düşünce, eser üretmeliler ve bizi fikirden fikire çalkalamalılar. 

Aydınlar fraksiyonlaşırsa sesleri gürültüye dönüşür. Bir tribün rakip takımın tribününe bağırır, bu da hiçbir şeyi değiştirmez. Şu anda Türkiye' de olan bu, aydınlar için üçüncü yol yok. Üçüncü yola çıkmak isteyenleri de kırbaçlayarak hizaya sokuyor her iki taraf da. Halbuki fikirlerin çatışması için öncelikle kişilerin bir araya gelmesi lazım. Siyah veya beyazın söylediği yoldan gitmek bize her zaman kaybettirir, halbuki hayatın bütün tadı ve keyfi grinin tonlarındadır. Hayat 1 veya 0, evet veya hayır, Doğu veya Batı değildir, hayat bunların hepsi ve herkes için özgün bir karışımıdır. Türk toplumu aradığı karakteri bulmak istiyorsa grinin gücüne güvenmeli. 

Sevgiler. 

Tolga Tarkan Ölmez